Bu Blogda Ara

27 Aralık 2007 Perşembe

YAR


Dalından koparılmış
Bir yaprak gibi
Savruldu düşlerimde yüreğin
Şimdi kim sana benzer ki
Hangi renk yakışır bana
Hangi aşk kucaklar seni
Hangi sevdalarda yol alır masalların
Hangi acımasız rüzgar sakladı
Senden beni

Gözlerimin renginden başka
Hangisiydi alıp götürdüğün
Giderken
Ellerim mi
Yarım kalan hasretin mi
Hangi kıyılarda yelken açtın sen
Hangi aynalarda gizledin beni
Hangi yalan şarkılarda buldun
Kendini...

Kırık bir dal kadar
Toprağa karışan
Kuru bir çiçek kadar
Geçmişe gömdün sesini
Ara da bul şimdi
Ne sen ,
Ne senden bir eser...
Nefesimdin, Işığım, yüreğim
Sen
Nasıl unuttun beni yar

ferkul
2aralık2007

19 Aralık 2007 Çarşamba

İKİLEM



Az önce senden geldim… Az önce sende yittim, kayboldu sende geçmişim, düşüm, çiçeğim, sende bitti düşlerim…

Az önce bir kadın doğurdu,yırtınırcasına bağırarak,dünyayı yıktı haykırışı,bir kız bebek gülümsedi ışığa,ağlayarak...Sen ağladığını sandın,halbuki dudaklarındaki gülümsemeydi, göremedin sesindeki sevinci.Sen neyi gördün ki zaten,neyde bütünledin kendini,nerede aştın yüreğinin gizemini,kimle paylaştın?Sahi sen,var mıydın,ben mi seni yarattım?...

Az önce geceydi, şimdi sabah oluyor, ben senden gelmiştim, sana gidiyordum yine.Hep mi öyleydi, ben mi öyle sanmışım?... Çok olmadı, daha yeni, az önceydi, bir dev küçüldü ,küçüldü, cüceye döndü… Prenses uyandı, yüzyıl sürmüştü uykusu, ayıldı… Ne kadar uyusan uyansan, sabah olur elbet, elbet sabahı getirir geceler… Böyle miydi o şiir, kulağımda çınlıyor mısraları?… Elbet gerçeği görür insan, ne kadar istemese de bir gün uyanır. Ben az önce uyandım, az önce, çok olmadı, hemen şimdi, az önce henüz sabaha bağlanmamışken gece, az önce seni gördüm, sende kendimi gördüm, gözlerinde sen vardın, tanımadığım bir sürü kişi yaşıyordu mavisinde, kalabalıktı, utandım, zaten hiç sevmezdim kalabalığı, orada ben yoktum… Üzülmedim sendeki yokluğuma, bendeki seni düşündüm, çok garip kalmıştı, çok yalnız, vefasız, sana benzemiyordu hiç.. .Gözleri başka gülüyordu, dudakları başka renkti, sesindeki uzak şarkı götürdü beni gerçek sana… Bendeki sen bir düştü, karanlıktı, hiç de aydınlanmamıştın zaten… Ben mi öyle sanmıştım yüzyıllarca?.. Sen sanmıştım, yok_u taşımışım yüreğimde bilmeden… Sabah oldu, ışığa kavuştu gün, tanyeri ağardı, şimdi ben varım, şimdi doğdum az önce, çok olmadı, hemen az önce bir kadın doğum yaptı, bir kız çocuğu gülümsedi dünyaya, ağladı sandın sen hep, sanmakla mı geçmişti zaten ömrün bilmem?... Bildiğim biri değildin zaten, yüreğimdeki sen başka biriydi çünkü… Çok fazla yabancı bir gülümseyişti yüzündeki , sen mi doğdun, yoksa ben mi bilemedim , ama bir kız bebek gibiydi dünyaya gelen, beyaz yüzüyle umut çağırıyordu dünyaya, esmer değildi, sana benzemiyordu… Gülüyordu, yeni doğmuştu, az önce, çok olmadı. Az önceydi…

Bir şey oldu, ya da sanki olacak… Bütün renkler çıktı önüme sendeyken, hepsini sildi birden gidişin, bende bir hayale dönüşün… Bir anda oldu her şey, sevgi bitti, ne bitmez ki bu yalancı evrende?.. Sen de bittin az önce, çok olmadı, sen duymadın, görmedin, belki çoktan bitmiştin, az önce bende de tükendin… Sana geliyordum, senden gelmiştim az önce, sende bittim, sende tükendi bütün beyazlar, şimdi kırmızıyı çağırıyorum… Kırmızı bir gül ol artık uzaklardan gelsin kokun, haberin, kuruyuşun, susayışın, beni çağırışın , ki nasılsa çağıracaksın , bensiz , bendeki sensiz yaşayamazsın ki sen… Her zaman mı bu kadar bencildin, yoksa ben mi öyle sanmışım yüzyıllarca?.. Yine de söyle sen şarkını, uzaklardan gelsin sesin… Uzak bir şarkının hep tekrarlanan nakaratlarında kalsın adın… Ben bitirdim bendeki seni, artık şarkı söylemiyorum, dinlemek daha kolay geliyor, dinlemek ve hissetmek… Yaşamak buymuş ya, ne kadar güzelmiş nefes almak sensizken?.. Halbuki boğulacağımı düşünürdüm sendeki ben tükenirse, dünya durur sanmıştım… Şimdi sen devam et şarkı söylemeye, benim dinlediğim şarkılarda yok artık gözlerin, az önce silindi , çok olmadı, az önceydi.Sen şimdi söyle artık şarkını….

Az önce uyandım, seni gördüm, yaşıyordun , hala genç, hala güzel, hala sana yakışıyordu bendeki sen… Sende yüreğimi göremedim, boşunaymış sana düşkünlüğüm, her seferinde sana uyanışım…. Sende ben, yakışmıyordum zaten, Yakışıksız bir sevdaydı zaten bizimki, yoksa ben mi öyle sanmıştım, sevda da mı değildi?... Bana hiç benzemiyordu, başkasıydı, çirkindi, arkana saklanmıştı, seni yaşıyordu… Senin sevdiğin bir şey bu, şimdi biliyorum, az önce, hemen , az önce, çok olmadı, gördüm seni… Habersiz, yakaladım, suçlu gibi saklandın kendine, bir şeyler söyledin yarım yamalak eski bir elbise üzerinde kalmış yazıya benziyordu sesin… Ne dediğini duymadım, okunmuyordu harflerin, yıkamıştım…Çok sular geçmişti üstünden, sen görmedin… Ama ben görmüştüm sonunda da olsa, en sonunda seni bir anda, aniden, az önce sende yakaladım… Sözlerin değildi yalan olan, bakışında seni gördüm, ben yoktum… Sahi hiç mi olmamıştım?.. Sen hep başkalarında mı yaşatmıştın kendini, beni başkası mı sanmışsın yıllarca…Yoksa ben mi öyle gördüm?... Niye göremediysem, kör müydüm, körlüğü mü yakıştırmıştım kendime, sensizliği yakıştıramamışlık mıydı bu?... Sevda mıydı bu bilmece , hayat mıydı, hayal miydi, bu neydi?...

Bilmiyorum, herneydiyse, az önce bitti, çok olmadı, sen görmedin, hemen az önce, şimdi bitti… Kalmadı çirkinliğim, senden sonra beni gördüm, yaşıyordu, ve güzeldi, gözleri ışık saçıyordu, aynada gülümsüyordu, umuda çiçek açmıştı sanki… Sen görmedin, zaten hiç görmemiştin… Hiç mi olmamıştın ki?... İşte bittin… Gece sabaha kavuştu, gün doğdu…

Az önceydi, bitti…

ferkul
16aralık2007
04.05

15 Aralık 2007 Cumartesi

NEYE YARADI ŞİİR



Öğrendim;
Seviyorum, demeyeceksin, şımarırlar...
Değerin kaçtığın kadar çoğalır.
Öğrendim;
Kuş olsan uçtuğunu göstermeyeceksin, kanadını koparırlar…
Uçmayı bileceksin ama, uçmayacaksın, vururlar…
Öğrendim;
Karaya siyahtır demeyeceksin, sustururlar…
Karaya aktır da deme, suçlarlar...En iyisi renkleri bilme...
Öğrendim;
Her şey yerinde güzel, yerinde ağır…
Değiştirmeyeceksin, kaldırırlar…
Öğrendim;
Su kadar berrak olmayacaksın, kuruturlar…
Öğrendim;
Şiiri yazacaksın, yaşamayacaksın, unuturlar…

Samimi olalım, o kadar sahtekarız ki içimizde, dışımızda, her yere ve herkese karşı, dürüstlüğü unuttuk… Yarım insan gibiyiz, bir tarafı kırık… Bir başkasının hayatını yaşıyor içimizdeki en derin yerlerde kalmış, öteki kişiyi oynayan ruhumuz… Geçen gün bir kitapta okuduğum bir yazıda artık duyguların okunmadığını, haberlerin, siyasetin, hatta magazinin, daha çok insanlar tarafından kabul gördüğünü yazıyordu, şaşırdım önce… Düşündüm sonra; Ne kadar doğru, ne kadar uzaklaştık, şiirimsi duyguları ne kadar küstürdük aynalardan, ne kadar şefkati uzaklaştırdık ki, bu hale geldik hepimiz… Ne oldu bize?..

Soğudu insanlar, ısınan yerküreye rağmen, unuttu duygularını… Ne zaman bir dilenciye gerçekten acıyıp birkaç kuruş uzattık, yalancı biri olduğunu düşünmeden, her şeye rağmen, iyi niyetimizi harcayarak riske attık ?... Ne zaman küçük bir çocuğun gözlerindeki yaşlarla yüreğimizi ıslattık?... Ne zaman gerçekten sevdik ölürcesine, sevdiğin için verircesine, ne zaman verdik kendimizi hiç almadan?... Almayı düşünmediğiz sevgilerimiz de vardı eskiden… Sevdiğini gözlerinde parlayan ışıkta bulurdun, aynada kendinden başkasını görür gibi severdin, yüreğini parçalarcasına verirdin, kendini feda edercesine sevgiler vardı, duygular vardı demir katılmamış, sıcacık… Özverili sevilirdi, söylemeden de bilinirdi, bilirdik… Bu kelimeleri de sildik lügatimizden, o kadar yabancı ki şimdi bildiğimiz kelimeler sevgiye?... Ne oldu bize?...

Komşunun aç kedisi düşünülürdü, kendi doymayan karınlarımıza rağmen… Kimse burnu uzundu, halısı şöyleydi, koltuğu ne renkti, özel hayatı böyleydi diye merak etmeden, açık aramadan hatır sayardı, hatrına saygı duyulurdu, eksisiyle fazlasıyla… Benimsenirdi, olduğu gibi kabul edilirdi insanlar, ne olursa, kim olursa olsun kapıları sonuna kadar açık bırakırdık ki, isteyen girsin…. Kapalı kapılar ardına mı saklandı duygularımız, hangi sert kaya parçaladı acımasızca, hangi rüzgarın etkisiyle savruldu yüreklerimiz?... Yoktu eskiden çıkarcı ilişkiler, daha fazlasını istemezdi insanlar, yetinmeyi bilirdik, bildirirdik… Eskiden yüzünde gizlediği hiçbir başka göz yoktu insanların… Bütün gözler sevgiye ışık olurdu, renk olurdu, yaşam katardı, her geçen güne ümit verirdi… Samimiyetimizden çaldığımız gibi, hayalleri de kaybettik yalan gerçekler peşinde koşarken… Su katılmamış ümitleri de yitirdik, zamana, insana yenik düştü sevgiler…

Bir şeyler eksik, bir şeyler fazla artık, her geçen günün akşamında saklandığımız kabuğumuzda farkına varmadan bitirdiğimiz bir şeyler var… Ne yapmalı, ne etmeli bilmiyorum ama, duyguları göz ardı etmenin, inancına sahip olmamanın verdiği bir samimiyetsizlik, insana yakışmıyorluk yaşıyoruz her gün… Bulaşıcı bir şey bu, zamanla çoğalan, artan, bir kangren misali yayılan bir duygusuzluk akımı içinde geçekleri yaşatmıyoruz kendimize, sevdiklerimize fırsat vermiyoruz, sevgiye ayrılan zamana heba olmuş an gibi bakıyoruz sanki… Bu da yaşamı kesin bir yalnızlığa itilen insanlara dönüşmemizi sağlıyor gibi…Yalnız insanlar kalabalığı dolduruyor dünyayı, ağırlaştırıyor, ağır bir dünya yoruyor nefeslerimizi, boğuluyoruz!... Soyutlanmış, harcanmış, paylaşılmamış yalnız yaşamlar, neye yarar? Neye yarar aynada sadece kendini görmek?...

Ne oldu duygulara? Nereye gittiler, nereye sakladık bir daha çıkarmamacasına, hangi sandıkları bekliyor kullanılmamış çeyizler, bir sonraki nesle kalsa neye yarar?... Biriktirilmiş, solmuş bir eski kumaşın , yıpratılmış bir yaşamın hükmü var mıdır?... Neye yarar duygusuz bir yaşam?... Neye yarar şiirleştirilmemiş sözler, şiiri yansıtmayan davranışlar, neye yarar şiiri yaşamayan insan?...


ferkul

15 aralık 2007
02.00

4 Aralık 2007 Salı

KİM OLURSAN OL!...



Eskitilmiş yaşamlar üzerine

(Yıpranmış bir sürü elbise gibi, bir zamanlar kullanıp da kıyamayıp bir kenara attığımız eşyalara benzeyen, biriktirdiğimiz bir çok şey var yaşamda… Ağırlığını üzerimizde taşıdığımız bir çok yük oluyor çoğu zaman eskittiğimiz yaşamımız… Yaşamın her anı, dakikası, eski bir film karesinden çıkmış gibi siyaha ve beyaza döndürmekten başka bir renge sığdırılamayan küçük şeritler halinde gözümüzün önünden gitmeyen anılar, yaşanılmışlıklar, yaşanılmamış, yaşanılası günler olarak geçip gidiyor önümüzden… Eskiyen sadece anılar değil, sanırım düşleri de eskittik, zamana yenildi düşlerimiz… Bir çok sabahın akşamına saklandı gitti hep yarına, yarına deyip ertelelenerek, eskittik yarınlarımızı da şimdiden…

Umutlar da eskidi her geçen günle düşen yapraklar gibi… Eskittiğimiz umutlar üstüne bir yığın harabe sayfa ekledik, yine de diriltmeye yetmedi gücümüz… Kalem bitti, kağıt bitti, üzerine yazacak yer kalmadı sayfalarda… Yenidenliği yaşatabileceğimiz bir yeni güne uyanmak da yok artık…)


Eski bir sayfada kaldın şimdi, kendini kendi kendine eskittin ... Bir başkası yapamazdı senin sana yaptığını… Bir kendin olamadın , hep bir başkasını yaşattın yüreğinde…Senden başkası yüceltemezdi seni, anlamadın, anlamaktan öte, bilmezlikten geldin…Kolay olanı seçtin, sevmedin zaten hiçbir zaman zor,u… Zor işler sana göre değildi, rutin bir yaşamdan kalan günleri yaşamak yetti sana, nasıl geçerse geçsin, dedin… Geçip giden günler değil, seni sen yapan duygulardı, düşünemedin, eskidin…

Eşyaların yerini değiştirirdin eskiden… Her gün, her hafta durduğu yerde durmasın isterdin, bir oraya bir buraya, döne dolaşa eşyalarının başı dönerdi, sen dönmeyi bilemezdin… Değiştirmekten de anladığın tek şey buydu zaten, kazandığın ise sadece eskimiş bir zaman… Değiştir işte şimdi gücün yeterse, hangi eşyayı değiştirsen, seni geri getirecek mi?...

Sen de eskidin, eskiye döndürdüğün yaşamınla birlikte, sen de değişemedin… Yenik bir oyuncusun şimdi kendinle yaptığın maçında boynu bükük, yarışmadan çekilmiş… Yeniden yarışacak güç mü kaldı sende? Yarışmaları da eskittin, anlamı kalmadı ki sensiz yarışmanın, içinde kendin olmadığın, bir başkasını koşturduğun bir koşuydu zaten, hiçbir zaman sonunu getiremediğin… Güçlü bir yürek gerek sana şimdi, yeniden kazanmak için yemin etmeye, yeminini sürdürmeye… Eskitilmiş bir yürekle kim yarışır ki, kimin gücü yeter kazanmaya?... Kiminle yarışacaksın ki, rakibin olmadan yarışmanın bir anlamı var mıdır?.. Bilemedin… Sen seni eskittin, hala dönemedin kendine…

Her bahara çiçek açtın, her sonbaharda yaprak döke döke kalmadı dalın yaprağın… Karlı bir mevsime kapattın gözlerini… Sen soğukta yaşayamazsın ki… Nefes alamazsın ki… Nerede kaldı yazın, sıcağın?.. Güneşi bile eskittin, bilemedin kıymetini… Halbuki bilseydin güneş senin için doğup, senin için batıyor, her akşamı seninle yaşatıyor, eskir miydi güneşin? Alıp gider miydi başını, sıcaklığını senden sakınır mıydı, verir miydi yerini kara bulutlara?... Yeter miydi bulutun gücü güneşin yerini almaya, sen kendini eskitmeyeydin ?...


O kadar alıştın ki eskilerle yaşamaya, küçük bir değişikliği kaldıramıyorsun şimdi. Hiç bir şeyin yeniliği heyecan vermez oldu sana… Hatta her değişiklik bir dağ gibi yük bindiriyor sırtına, yerinde kalsın istiyorsun eskici dükkanın, eskici yaşamın… Dünya dönüyor, zaman geçiyor sen hala yerinde durarak dünyayı da eskitiyorsun, her şeyi eskittiğin gibi… Bir gözlerindeki ışık kaldı feri sönmeyen, hala bir parça ılık su veren kurumuş yüreğine…Bir o kaldı vefalı, kıymet bilir , her seferinde geri de çevrilse gitmeyen bir dost gibi… Bari onu eskitme… Işığını yitirme…

Şimdi silkin, şimdi arın eskimiş ne varsa geçmişten kalan, eskittiğin yaşamından arta kalan küçük bir dünyaya aç gözlerini. Gözlerinden bırakıver yüreğine, coşkun sular paklar ancak eskimişliğini, yenikliğini, sula umut çiçeklerini, pembe açsın gülleri… İstersen yapabilirsin, eskiyen her parça bileyilenirse yeniden başlamak için savaşabir…


Yeter ki bu kez sen,
ilk kez
sen,
kendin ol,
eskittiğin yaşamında kendine bir parça yeni bir yürek bul,
kendinden,
senden,
eskimeyen,
eskitemeyeceğin
yeni
bir yürek ol,
içinde sadece senin oynayacağın
bir film sahnesi ol…


SEN OL DA,

KİM OLURSAN OL!...

ferkul

2 aralık 2007 01.43

30 Kasım 2007 Cuma

ZOR

KARA KIŞ

Soğuk kış günlerine hapsettik kendimizi... Her mevsimin bir güzelliği olduğu yalan aslında, öyle deriz ya… Kendimizi kandırıyoruz belki de, yapacak bir şeyi olmayan insanların çaresizliği içinde cümlelere sığınıyoruz, kim bilir?.. Kış ürpertiyor, korkutuyor daha bir fazla düşündürüyor diğer insanları, sobası, odunu, kömürü olmayan, imkansızlıklarla boğuşan insanları getiriyor gözlerimin önüne… Bir yerlerde bir acı hissediyorsunuz üşürken mutlu olamadığını işitiyorsunuz insanların, üşürken başka hiçbir şey düşünemediğini, üşürken yaşayamadığını… İçerideki sıcak bile bunları önleyemiyor, bir ürperti kaplıyor içinizi… Zor yaşamlar, soğuk yaşamlar, içinizi ısıtamıyor hiçbir şey…
Bir yerlerde birileri üşürken, ısınmak zor…

Kışın güzel yanı belki de tek güzel yanı, günlerin kısalığı… O boğucu, karanlık gündüzler o kadar kısaltıyor ki bu soğuk mevsimi, nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz günlerin... Pazartesi, Perşembe, Pazar, bir bakmışsınız hafta bitmiş, ay bitmiş… Bir de uzun geceler var tabi, yazmakla yaşamanın eşitlendiği saat dilimlerini yaşayabiliyorsunuz soğuk mevsimin artılarının içinde gece rengini yüreğinizde yansıtıyorsunuz kelimelere, daha bir uzun geceler, daha bir hüzünlü yazılar getiriyor…Kış hüzün mevsimi çünkü, hüznün adı kış, siyah ve beyaz renklerinin sevimliliğini yansıtan bir gri hüzün bu mevsim…Gri de soğuk bir renktir her zaman ,üşütür yürekleri…
Griyi giymek de , gride yaşamak da , zor…

İnsanların yüzüne yansıyor soğuk, biraz daha karanlık yüzlere veriyorsunuz gülümsemelerinizi… Biraz daha unutuyorsunuz güneşi, biraz daha özlüyor ve umut ediyorsunuz geleceği günlere doğru küçük bir görüntüsü sevindiriyor, baharı karşılarmış gibi… Kendini gösterip gösterip saklanan küçük bir çocuk gibi oyununu oynuyor güneş, sonra birden bulutlara veriyor yerini, üşüyorsunuz… Ellerinizden çok gözleriniz üşüyor özlemle, bir daha baharın yaşanması istemiyle…
Gözlerin üşümesi daha zor…

Güzel günler göreceğiz, yeşil, beyaz çiçekli, umut pembesi günlere açık yüreğimiz… Umut edebiliyorken, hayal etmeyi hala kaybetmemişken hatıralarımızdan, geleceğimizden hiçbir rengi çıkartmamışken, bu soğuk mevsimde baharı düşünebilirken daha ne mevsimler, ne kışlara saklayacağız yüreğimizi. Ne kışlara hapsedeceğiz belki de güneşli bir gün özlemimizi… Daha ne kışlarda üşüyecek yüreklerimiz?... Düşünürken, imkansızlıklarla boğuşan insanlarla birlikte umut etmek de zor, onlar bitmeyecek, mevsim bitse de… Bir dahaki kışın soğuğu ürpertecek yaz sıcağında çaresizliği… Çaresizlik zor, çareyi ararken bulamayış daha zor…

Bu kış da bitecek, her şeyin bittiği gibi, yılların geçtiği gibi, kelimelerin tükendiği gibi… Öylesine bir yerlerde, öylesine bir mevsimi duyumsarken yaşamış gibiliği yaşarken, biterse hayallerimiz bir gün.Ya biterse mevsimsiz ?…Hayalsiz yaşamak zor…Kış içinde baharı yaşamak zor..
Geceler içinde gündüzü ve güneşi, düşlemek, zor… Kış, zor…





ferkul


30.11.2007


22 Kasım 2007 Perşembe

SALKIM SÖĞÜT


Ben
Bir salkım söğütüm
Dost, dedim, bilendim
Yar dedim, yenildim
Göğsümden girdi kurşun
Tam ortasında vuruldu kalbim
Sevdadandır, bilesiniz
Eğildi belim
Uçuramadı kuşlarımı
Bunun için göğe küstüm…

Küçücüktüm, büyüdüm
Siz görmeden yürüdüm
Kesmedi yağmurlar yolumu
Fırtınadan aldım umudumu
Sevdim, kırıldı dalım
Esen rüzgara yenildim
Sevdadandır, eğildi belim
Bunun için göğe küstüm…

Yar, dedim, dost dedim
Kırmaz hiç beni, dedim
Uzattım yeşil dalımı
Uzandım salkım saçak
Kolay mı sevdadan kaçmak
Kırıldı kolum, kanadım
Her sevdada büküldüm
Kandım, eğildi dalım
Bundandır, göğe küstüm…

Geceler gördüm
Yıldıza hasret, aya ortak
Serin sabahlardı düşüm
Yaz akşamlarına küsüm
Zamana, insana yenildim
Görülseydi güldüğüm,
Göğe bakardı yüzüm
Yalnızlıktan, eğildi belim
Bundandır, göğe küslüğüm…


Böyle yazın adımı
Ben, bir salkım söğütüm
Her baharda büküldüm
Her yağmurda kırıldım
Vurdular beni,
Göğsümün tam ortasından
Eğildi yere doğru belim
Duymadı feryadımı
Bundandır sözümden döndüğüm
Bundandır, göğe küslüğüm.

ferkul

15 kasım 2007


19 Kasım 2007 Pazartesi

BİR GÜN ÖLÜRSEM


( Hiç düşündünüz mü kendi ölümünüzü?... Kendi ölümüne, belki cenazesine ağlayanlar var mıdır acaba aklına getirdiği zaman benim gibi, bir başka kaçık var mıdır?.. Hani olur ya, sevdikleriniz, sizi sevdiğini düşündükleriniz, geride kalanlar, ah vah ile, kimi sahte, kimi garip ve çaresizce bakışlar, düşünceli gözler… Hani olur ya, belki annenizdir yüreği parçalanan, (zaten en çok odur, gözlerimi dolduran, annemin gözyaşları içindeki yüzü, insanın ölmeyesi geliyor, düşüncede bile, onun üzüldüğünü görmektense ) belki kardeşiniz, belki de hiç ummadığınız bir başka dostunuz… Mümkün olsa bir televizyon hüznüyle dışarıdan görülebilse, sizi kıranlar, parça parça edip yaşarken seyredenler, nasıl bir sahte yüzün arkasında pişmanlık yaşarlar, cenazenizin arkasından, kimbilir? )

Bir gün ben ölürsem, ölüverirsem bir gün aniden, nefesimi nefesinden sayanlar ağlamasın arkamdan… Ansızın duyarlarsa gittiğimi, hep çekip gitmekten yanaydı böyle, birden bire gidişi isterdi, duası kabul oldu, desinler… Anam ağlamasın, kardaşlarım, arkadaşlarım, sevenlerim bir şiiri yaşadı, hüznü yaşattı, arkasında sevgiden bir dünyayı, şiirimsi kılıp da gitti, desinler…

Desinler yaşandı ve bitti küçük bir kızın masalı, büyüyemeden, yaşandı ve bitti günler aydınlığa erişemeden, ışığı aynayla birleştiremeden, geceye gündüzü katamadan, yaşandı ve bitti kısa bir film sahnesinde bir minik reklam arası gibi hayatı, desinler… Bir gündü, sabah çiçekleriyle açtı gözünü, öğlen ve ikindin arası savaşını barışa kattı, gecede uykuya teslim oldu, işte bir günde yaşandı bitti her şey, desinler...

Bir gün ölürsem, ölüverirsem bir gün aniden, umuda ve yaşama yaptığı savaşı kazandı, gülümsemekten yana, iyilikten yana ne varsa bildiği, onu yaşadı, desinler. Desinler iyiliği enayice de olsa paylaştı, kıymet bilinmesini umursamadan yaşadı, yaşandı ve bitti küçük bir kızın kısa filmi, desinler…

Uğruna savaştığım, kalbine tohumlar ektiğim, fidanını büyütememiş, sevgiyi almaktan başka bir tanımla anlayamayan insanlar, kırmızı bir gülün kokusundan çok sihrini koklayamamış olanlar, o sihri yaşamından kılamamış olanlar, hiç eline diken batmamış, gülden nasibini almamış, umudu ve mutluluğu kendi gözlerindeki aynadan görmüş olanlar, ne derlerse, desinler…

Gerçekten çok kısa bir hayatı yaşıyoruz, huzuru mutlulukla eş etmiş bir ömürü yaşamak varken, dipdiri taptazeyken henüz hislerimiz, hala küçük hayaller kurabiliyorken, kimseleri incitmeden, kendimizi kırmadan, kırdırtmadan yaşayabilelim, ümidiyle…

ferkul

18.kasım.2007


13 Kasım 2007 Salı

BİLSEYDİN



Uzak yollara yürüdün hep, uzak dağlarda uzak ufuklar seçtin kendine, uzak mutluluklar hedefledin, uzak yollarda yürümek istedin her zaman… Uzak gözlerde yaşadın kendini, uzak umutlarda kaybettin hayallerini. Uzaklarda yitirilmiş bir küçük insandın, bulunmayı bekleyen, seni bekleyen, senden başkası olmayan bir uzak yar, bir uzak dost bakıştı görebildiğin… Mesafeler dolusu kilometrelerde var olduğunu bildiğin ama, çok uzaktan baktığın…

Başlayıp da bitiremediğin, bir türlü sonunu getiremediğin bir iş oldu sana hayat… Öylesine yaşamaklarda, öylesine koşturmaklarda, öylesine susmalarda geçiverdi günlerin… Uzak dağlardan, gök kızılı akşamlardan, aydınlık sabahlardan kesmedin umudunu… Kendinden başlayıp kendinde biten bir hikayede bulamadın düşlerini… Hiç bir şiirden arta kalan bir mısrayı bir kıtaya dönüştüremeden, yarım kaldı şiirin. Yarım kalmışlığı ad edindin yüreğine, yarım bir şiirsin şimdi, cümleleri uzaklarda arayan… Bilseydin, bir gün uzakların hiç yakın olmayacağını, şiirini tamamlardın belki… Bilseydin var olmanın kendin olmak olduğunu, unuturdun uzakları… Bilseydin…

Dağ gibi, çınar gibi, yıkılmayacak, yıpranmayacak bir dev sessiz dünya yarattın kendine… Güneş senden yana, hiç sönmeyecek ışıklar senden yana da olsa, konuşturmadın içindeki iki kişiyi… Sen her zaman iki kişiyi yaşadın zaten, tek kişi olamadın hiç… Kavgalarında bile, kendi içinde yaşattığın kavgalarda bile kendine, dürüst olamadın. Başkalarına dürüst olsan ne çıkar? İlk dürüst olacağın kişi sen’sin, bunu bilseydin, kendi içinde çözerdin düğümleri… Kendi umutsuzluğunu kendi yaratır insan, umudunu da kendi yaşatabilir, bilseydin…

Bilseydin kaybetmeden kazanmayı, harcar mıydın gülümseyen dost bakışları… Üzülür müydün, üzer miydin? Sevmez miydin bütün dost bakışları, senden bilmez miydin seni can bilenleri, uzaklarda aramak yerine, yanı başında açan bahar gülünün kokusunu duymaz mıydın ta içinde, derinliklerinde? Bilseydin dağ çiçeklerinden çok, kendi içinde beslediğin kırmızı güller var edecek seni, uzak ufuklar değil… Güller açtırmaz mıydın nefesinle dünyaya, gülümsemez miydin ben buradayım diye, konuşturmaz mıydın içindeki çocuğu ?.. Bilseydin…

Git demek, her zaman kal, demektir, bilseydin, gider miydin ?...Git, der miydin canından bildiğine?.. Gider miydi bilseydi kal demek olduğunu?... Uzak yollar, uzak ufuklar seçer miydin, yakınları var etmenin gücünün sende bittiğini, sende başladığını bütün güzelliklerin, bilseydin şikayet eder miydin her kararan akşamı sabaha ?... Bilseydin …

Uzak yollar yitirdi seni, uzak dağlarda bitti yolculuğun. Çıkamadın, tırmanamadın, savaşamadın yollarla, tükettin umudunu arayışlarla. Bilseydin yürür müydün, yolların sonunun yine sende bittiğini, kavganın sende barışa dönüştüğünü, siyahın sende beyaz olduğunu, bilseydin her şeyin sende başladığını, başka bir bende düşlerin kaybolduğunu, her düşün bir kabusu olduğunu, bilseydin, ufka diker miydin gözlerini?...

Bilseydin, bilmenin yaşamdan saydığın her renk olduğunu, uzakları sever miydin?


ferkul

01.11.2007

11 Kasım 2007 Pazar

SİZE YALAN SÖYLEDİM



Size yalan söyledim
Ben yalancı bir şairim
Belki şair bile değilim
Doğru değil
Hüzünlü aşklar yaşadığım
Gidip de dönmeyen
Gelip de göremediğim
Biri de olmadı hiç
Gözlerine bakıp da
Işığında kendimi bulduğum…

Yalan harflere sakladım sevincimi
Kelimelerle kandırdım sizi
İstesem bir bardak çayda
Bin türlü aşk doldururum
Üzülürsünüz ,
Yok öyle sele karışan yağmurum
Doğru değil
Kuş olup da uçtuğum
Özgürlüğün adı , benim
Ben yalancı şairim
Size yalan söyledim…

Yalan aşklar yazıyorum
Rüzgarında savrulduğum
Kederinde boğulduğum
Sevdalara inanmıyorum
Zayıf olduğum doğru değil
Mevsimlere kanmıyorum
Mısralarla avunuyorum...
Şiir pazarında
Duygu satıyorum
Fiyatı mühim değil
Ucuza gidiyor hislerim
Size yalan söylüyorum
Belki şair bile değilim…


Çok uzakta değil
Sizlerden biriyim
Gribim mesela şimdi
Çok fena hapşuruyorum
Yüzümde yer yer çizgiler
Kırkımda gülüyor gözlerim
Bu soğuk kış gününde
En çok parmaklarım üşüyor
Ellerim değil...
Doğru değil yalnızlığım
Yazdıkça çoğalıyorum
Sizlerle kalabalığım
Bunun için yazıyorum…
Ben bir şair, değilim
Ufkunda kaybolduğum
Derinliğinde boğulduğum
Denizi özledim…


Doğru değil
Şair olduğum
Doğru değil,
Aşık olduğum
Doğru değil
Hayata tutunduğum
Her geçen güne
Güneşe aldanıyorum
Harflere sığınıyorum
Şiire saklanıyorum
Sizi kandırıyorum,
Aşka da inanmıyorum,
Ben bir şair, değilim
Size yalan, söyledim…


ferkul
7.aralık .2007
(2007 nin bir şiiri,ydi..Yeniden sayfada görmek istedim belki)

Reblog this post [with Zemanta]

7 Kasım 2007 Çarşamba

SU GİBİ

Çare_siz

Sızıydı,
Eskiden
Böyle olmazdı
Böylesine buruk

Bir acı,
Çöreklendi,
Kaldı orada,
Kapladı,
Bütün kalbimi

Her şeyden sonra;
Şimdi,
Bir çürük
Başladı yayılmaya
Kabuk bağladı yaralarım
prandı yüreğim,

Büyüyor gitgide
Güç ister gibi
Renk ister gibi,
Hava gibi,
Su gibi.
Bir ses,
Bir nefes
_de_
Yok ki!!!!!!!!....


ferkul

17 şubat 1989

3 Kasım 2007 Cumartesi

ISLANMAK, YAŞAMAKTIR

Koşturuyordum… Yağmur dışarıda yağıyordu, ben konuşuyordum. Aceleydi işim, günün her saatinde olduğu gibi, çok hızlı çalışmam, hızlı konuşmam gerekiyordu. Yetişmesi gereken şeylerin içinde telaşlı, yüksek sesle konuşuyordum, kendi sesimi duyuyordum, dışarıda yağmur yağıyordu… İçimde bir çok ses susuyordu… Yağmurun sesi, dışarıdan geliyordu, içeride koşturmaca bir hayat, koşturmaca bir türkü çalıyordu uzaktan, türküyü duymuyordum…Hiç türkü söylemedim ki ben, nasıl duyayım , nasıl söylenir memleket havası, nasıl coşar insanlar?.. Kendimi seyrediyordum, geceler ve gündüzler boyu uyumamış birini görüyordum, yüreği uykulu… Yağmuru görmüyordum…

İçerideki yoğunluk bitince daha hızlı bir acele dalgasıyla attım dışarı kendimi… Hafiften bir soğuk yakaladı nefesimi, üşüdüm… Başka bir telaş, başka bir insana dönüşüm başlıyordu. Kimlik sorgulaması yapılsa bir çok kimlikle çıkardım karşısına birilerinin… Her şeyi birden başarmak ne kadar zor!.. Herkes olmak ne kadar güç!... Kendin olmak imkansız… Düşünmemeli, koşmalı, yağmur damlarlarıyla yarışmalıydım… Bu sefer eve yetişmek gerek, evdeki koşu için, yemek için, çocuklar için, yağmur da yağıyor, ben ıslanmıyordum… Sanki yağmurdan kaçıyordum… Sahi yağmur yağıyor !... Ben niye ıslanmıyorum ?...

Durdum, birden yağmuru gördüm, nasıl da usul usul yağıyor, bu kadar yorma kendini der gibi, beni de gör, beni de sev, der gibi… Durdum, yağmuru gördüm… Ne güzel yağıyordu yağmur, akşamın içine yağıyordu, toprağı ıslatırken gülümsüyordu, yapraklar da ıslanmıştı, ağaçlarla birlikte gökyüzü ıslanmıştı, güneşi de ıslatmıştı yağmur, görünmüyordu güneş, sabaha saklamıştı ıslak yüzünü, yeni ve güzel günlere der gibi… Ayı da kapatmıştı yağmur bulutları, karaydı, karanlıktı, ama yine de gülümsüyordu yağarken… Gün bitmişti, akşamdı… Evlerin ışıkları yanıyordu, bacalardaki dumanlar ıslanıyordu… Ben niye ıslanmıyordum?... Önümden küçük, sevimli bir köpek geçti, hiç korkmuyordu ıslanmaktan, aheste aheste, ıslanmak, yaşamaktır, der gibi… Her zamankinden farklı, korkmadım ben de köpekten, gülümsedim… Akşamın karanlığında ıslak bir yağmur kokusu sardı dünyayı

Durdum, uzattım ellerimi yağmura, bir damla düştü ellerime… Hayat ne güzel, yaşamak ne güzel, yağmurun içerde yağması ne güzel! Dışarıda yağmuru görmek, ne güzel !... Yağmuru hissetmek, bir an,
kendine bir saniye ayırmak ne güzel !....

Yürüdüm, yürüdüm, en küçük adımlarla yürüdüm, koşmadım

Bir türkü duydum uzaktan, kendim söyledim, kendim duydum…Gittiğin yağmurla gel, küskünüm yağmurlara, gittiğin yağmurla gel, böylesi daha güzel!..

Islandım!…

Yağmur çok güzel yağıyordu…


ferkul

3.11.2007


31 Ekim 2007 Çarşamba

TAK_INTI


Sanırım ben hastayım, bütün bana benzer kadınlar içinden bir tanesiyim, ama bambaşka bir rahatsızlığım var... Temizlikten öte, bir şey bu, herhalde biraz da simetriye giriyor. Her şey yerli yerinde ve düzenli olacak. Kimi günde bir milyon kez elini yıkar, kimi evden çıkmadan defalarca ocağı kapattım mı, ütünün fişini çektim mi, kapıyı kilitledim mi’ lerle doldurur yaşam denilen avuntusunun boşluğunu... Benim ki de çok farklı; Yerli yerinde olan yerler hep ıslak olmalı, silinmeli günde bir çok kez. Geçen hafta en çok sevdiklerim misafirimdi, yine döndü durdu devran… Varlıklarıyla sevindiğim, nefesleriyle evimin duvarlarını bile güldüren bu insanların yanında bile yapmaktan kendimi alamadığım bu davranış hasta olduğuma kanaat getirmeme neden oldu. Bir kez olsun silinmese kıyamet mi kopar? Kopar gibi sanki, illa ki de silinecek… Boşa zaman ve emek kaybı aslında, bildiğim halde vazgeçemediğim bir tutku gibi bu temizlik… Ne yapmalı, nasıl vazgeçmeli bilemiyorum ama, yaş ilerleyince bu mükemmeliyetçilikten eser kalmamalı, bırakabilmeliyim en azından, yoksa iyice yıpratıp bitirecek insanı gün geçtikçe kemiren bir hastalık gibi…

Vazgeçilmeyen ve vazgeçmeyi isteyip de yapamadığımız milyonlarca alışkanlığımız var hayatta… Bize hayatı dar eden, yaşamayı zorlaştıran, daha keyif verir halde olması gerekirken yorucu bir koşuşturmacanın içine iten… Halbuki hayat o kadar kısa ki, göz açıp kapatıncaya kadar derler ya, sahiden o kadar… Bir ucundan tutup kaldırmalı hayatı, kendi elimizle zorlaştırmadan kolaylaştırmalı ki mutluluğu ve sağlığı içinde yakalayalım… Hiç bir boşluk, takıntılarla dolduralamayacak kadar bizden güzel olan bir çok parçaları çalıp götürmemeli, buna müsaade edecek kadar önemli değil aslında…

Başlamak, başarmanın yarısıdır, derim her zaman… Bu gün başlayalım, ertelemeden bayanlar!.. Hemen , şimdi bırakalım ütünün fişi takılı kalmış mı, elimiz yıkanmış mı, ocağın altını kapatmış mıyız, yerleri bir milyon kere silmiş mi’ yizleri, kendimize küçük bir zaman, küçük bir an ayıralım, dışarıya çıkalım, nefes almayı bizden başka kimse, bizim yerimize beceremez çünkü… Kendi boşluğumuzu bu gibi avuntulardan çok daha güzel şeyler var , doldurmak için, onları bulmak arayışıyla harcayalım zamanımızı. Nefes almak, ancak bizim başarmamızla mümkün… Sizler olmadan, ben olmadan, o pırıl pırıl yerler, ocak ve ütüler, evler de olmayacak çünkü… Yaşam da bizim, takıntılarımız da. Onlarsız da yaşayabileceğimizi gösterelim bir an önce…

Yalnız, ben son kez yerleri sileyim geleyim....:))))))))


ferkul
31.Ekim 2007

25 Ekim 2007 Perşembe

ANLAMIYORSUN




Sensiz

Yoksul bir çocuğum şimdi

Ben garip

Gece garip,

Yükledim geceyi koynuma

Yorganı çektim boynuma

Üşüyorum


Yıldızsız bir geceyi düşlüyorum

Yağmursuz topraklara düşüyor yolum

Sensiz sabahlara uyanıyorum

Uzak ufuklara serdim yüzünü

Artık, seçilmiyorsun

Susuyorum…

Sustukça kıyametim oluyorsun,

Sende bitiyor sonum

Görmüyorsun...


Kelimeler boğazımda düğüm

Çözülmüyorsun,

Bir çocuğun gözlerinde

Kayboluyor umudum

Ne yazsam, ne söylesem

Anlamıyorsun...



ferkul
ekim
2007

18 Ekim 2007 Perşembe

Belki de yaşamdan beklediğin her şey, burada, bu kelimeler arasındadır, kimbilir?...




Yazmaya Dair,



İlk başlarken kendim için, diyordum, yeniden yazmanın, başlamanın mutluluğu yeterli, bu huzuru, bu ince köprüyü kurmak hayatıma bir anlam katacak, başarmanın yüceltilme duygusu bana yeterli diyordum… Her zaman kanaatkar bir insan olmama rağmen yazmakta bunu başaramadım sanırım… Başladım, devam ettikçe duygular başka yönlere kaydı sanki… Yazdıkça yenileniyor, her konuda, her cümlede yazacak bir yön keşfetmeye çalışıyor buluyorsunuz kendinizi… Hele de bir konuya, düşünceye odaklandıysan bir hayalet gibi beyninde kurtlar dolana dolana sarıyor sayfalarını, günlerini, düşüncelerini, beynini kemirir oluyor yazacakların, ister istemez… Nasıl yazsam, ne yazsam, çok güzel olmalı, çok okunmalı, beğenilmeli, beğenildikçe büyümeliyim düşüncesi, yazdıkça büyümenin hırsı ve arzusu kelimelerinin arasında hapsediyor yazılarını… Kendim için_leri aşan, özgürce yazmayı sınırlayan bir şey bu… Belki de ben yazmaya başlayınca dünya sallanacak, yazılarımla bir depremi yaşatacağım duygusu ve bencilce düşünceleri kapladı mütevazi düşüncelerimi… Halbuki ne yer sallanıyor, ne de gökte bir kıpırdanma var… Bu, insana has bir duygu da olsa, herkesin başına gelebilir, her insan ister bunu, deseniz de bu konumdan memnun olmadığımı söylemeliyim… Çünkü yazmak öyle bir şey ki, olağan, sıradanlığı yaşatan bir eylem olmalı, bir akıntıya atmalısın kendini, ama kurtarılmayı beklememelisin. Yazdıkça kendini yenileyen ve akıntıdan kendi çırpınışlarınla bir dala tutanabileceğin bir sel bu… Her yağmurda yıkanan, arınan bir saflık duygusu olmalı… Yoksa sahteciliği kelimelerin arasından kurtaramazsın… Yazmak bencilliği sevmiyor çünkü, hapsi sevmiyor, dünyada en çok özgürlüğü seven olgu bu yazma eylemi… Kelimelerin hapsi müebbet bir susuşa, arada bir de görüşe çıksan da, güneşe uzaktan bakmaya itiyor gitgide. Ne yazarsan yaz, istediğini aktaramıyorsun elinde olmadan, doğallığı kaybediyorsun çünkü… Saflığını kaybettikten sonra da yazdıklarının bir anlam taşıması mümkün değil… Tıpkı yaşamdan saydığın her an gibi, gerçekten hissetmedikçe yaşamış sayılmazsın çünkü… Yazmanın tutkusu ise ne aşka benziyor, ne evliliğe, ne sadakate, ne de kendine ihanete… Nasıl etmeli, ne yapmalı da bu hapsi özgürlüğe çevirmeli bilmiyorum ama, bunu da aşabileceğimden eminim… Hangi geçilmez köprüleri geçmedim ben, hangi ferkul’ u yenmedim ki… Bunu da başarabilirim, eminim…

Bir çok ferkul var yüreğimde ve beynimde hapsolmuş, sokağa çıkmamış, gün yüzü görmemiş. Neresinden başlasam dikkat ediyorum, hep aynı noktaya odaklanıyor sonu… Yaşam, umut… Bu konuda bir eksiğim mi , fakirliğim mi var kendimden bile sakladığım, bilmeyerek her yazıda önüme çıkan bir sürpriz gibi, beni de şaşırtan bu iki kelime bazen kendime bile yalan mı söylüyorum düşüncesini doğruyor… Öyle bir fukuralık ki bu, zenginlik içine gizlenmiş gizli bir fakirlik kelimelerin arasından çıkıveriyor birden bire önüme, ağzımdan kaçıvermiş de söyleyivermişi ’i yaşatan… Öyle bir şey ki, değişmeyi ve değiştirmeyi özleme dönüştürüyor cümlelerim…Belki yaşımla alakalı, nasıl gençlikte bir deli_kan taşıyorsak, kırklı yaşlarda da sönmeye yüz tutmuş bir alevi canlandırma telaşı , hevesidir, kim bilir?..

Yazmaktan ve yaşamaktan yana ne varsa bildiğim, bilmediğim, sayfalarımla, tek parmak klavyemle paylaşmak, kelimelerin akıntısıyla birlikte belki kendini aramak her cümlenin noktasında aynanın karşısında görmek kendini belki de, gerçek yazmak bu... Kalemden çok, yazının rengi önemli sanırım … Belki de yazmak bu, keşfedemediğin her şeyi, gizlenmiş bir gerçek kimliği gözler önüne özgürce serebilmek, yüzünü makyajsız haliyle harflerin arasından çıkartabilmek olgusu… Gerçek yazarlık nedir, ne değildir, bilmiyorum ama, yaşamadan bile, yaşamışçasına yazdığın her konudan önce kendini yenilemek, yeniden başlayabilmek, sıfırdan başlamış, başarmış bir insanın gururunu hissettirmek, yenidenliği en baştan yaşamak, yaşadıkça ortaya koyuvereceğin bir benlik galiba… Her yazıda karşına çıkansa, içindeki gerçek kimliğin… Saklayamayacağın, saklanamayacağın tek yer kendinden kattığın her cümle çünkü… Yazdıkça, yaşamak, okundukça, yaşatılmak duygusu her şeye değer aslında… İrdelemeden, düşünmeden atılacağın, korkmadan, gözünü kapatmadan atlayacağın bu sel, nereye götürürse götürsün seni, istiyorsun…

İstekler ve umutlar bitmeden, ne yazabilsen yaz, gerisi gelecektir…

Belki de yaşamdan beklediğin her şey, burada, bu kelimeler arasındadır, kimbilir?...




ferkul

05 ekim 2007

9 Ekim 2007 Salı




SEN GELSEN,


Gitmesen hiç yüreğimden

Yine öyle baksan bana

Yine mahzun,

Hep yine sevdalı,

Söz versen,

Yıllara rağmen

Değişmesen.


Işık olsan gözlerime,

Dua olsan sözlerime,

Derman olsan dizlerime

Sen olsan.

Şimdi gelsen,

Hemen gelsen,

Sen , gelsen…


Olmazları ol_dursan,

Yeşersen, kurumuş toprağa rağmen

Fidan olsan ,salkım saçak , büyüsen.

Sana uzansam...

Dağlara , yollara rağmen

Hiç beklemezken, aniden

Herşeye rağmen , sen

Sana rağmen, Gelsen....

Şimdi gelsen

Hemen gelsen,

Sen, gelsen...


Yoluna can olmaz mıyım

Dağlarına kar olmaz mıyım

Gözünde yaş,olmaz mıyım

Başına taç,olmaz mıyım,

Sevdana kul, olmaz mıyım,


Sen gelsen,

Hemen gelsen,

Şimdi gelsen

Sen gelsen…





ferkul



28 eylül
2007

4 Ekim 2007 Perşembe

ALTI KÜÇÜK YÜREK


BENİM BALONLARIM VARDI

ONLARI KİMLER ALDI?..

Bayramları sevemedi hiçbir zaman... Bayramlar güzel günler getirmezdi ki hiç… Ne ondan bir parça olabildi, ne sevinçten bir tutam olan günlere dönüşebildi bayramsız bayram sabahları . O sabahlarda yaşanırdı, niyeyse ve neden’ selerin i bilmediği, şimdi bile anlayamadığı o yüksek sesli, büyük kalabalık kavgalar, kırgınlıklar… O sabahların getirdiği hüznü, altı küçük yüreğin sessizliğini kim anlayabilirdi ki, kırık dünyalarını?.. Düşündü kadın geçmişi tartmaktan öteye gelinen noktaya takıldı düşünceleri… Büyüklerin bayramı böyle olur sanırdı, büyükleri her şeyin en iyisini yapar, bayram sabahlarının o çocuksu sevincini çalmayı da biliyorlarsa, vardır bir bildikleri, demişti o yıllarda… Kırgınlığı, kini, öfkeyi ve kırılmışlığı tanımıyordu o zamanlar, çıkar nedir, ne değildir, nerede ayrılır sevenler, nerede kopar hiç kopmayacağını sandığın zincir, nereden incelir o sağlam sicim, henüz öğrenmemişti… Altı küçük, saf ve temiz yürekten biriydi o zamanlar. Altı sevgi yumağı, altı küçük sessiz yürek… Birbirlerine bağlıydılar, ne kadar olumsuz şartlar altında da olsa, bağlanmayı, hatayı, hoş görmeyi, kin tutmamayı biliyorlardı… Sadece kendilerine sarılmayı, inanmayı ant içmiş gibiydiler, hiç konuşmadan, sözleşmiş gibi, vazgeçmemecesine, ne olursa olsun… Altı kardeş birbirine kenetlenmiş söylenmemiş bir çok sözlerle susarlardı o bayram sabahlarında, konuşanlar duymazlardı küçük yüreklerin sessizliğindeki çığlıkları, isyanı… Sesleri çalınmış altı küçük çocuktular, gözlerinde korku ve sevgiyle konuşurlardı, suskun sabahlarda… Ve kıyamet biter, ne zamanki başlardı el öpmeler, gecikmiş yürek kurtarma çabaları, bayramların anlamını çözmek için uyanırdı hepsi, bir kabustan uyanır gibi, yeni bir sayfa açar gibi… Kayboldu, diye düşündü kadın, yıllarla birlikte sessiz sabahlarını yaşasa da, yine de sevememişti bayramları… Ondan ve sevinçten bir parça olamamıştı, çalıntı bayramlar…

Herkesinki gibi bir bayram telaşları yaşanırdı oysa, onların evinde de. Bir kaç
hafta öncesinden alınırdı kıyafetler, sanırdı ki hep bayramlar içindir, güzel giyinmek, süslenmek… Kalabalık bir ailede yaşıyorsanız alışverişiniz de kalabalıktır, çoğu zaman sessizliğiniz de… Hatırlayarak gülümsedi kadın, temiz ve yeni kalsınlar diye annesi giymelerine izin vermezdi bayramdan önce, bir kenara kaldırılır, bayram sabahını bekletilirdi giysiler… Eksik olmazdı hiçbir şeyleri, gözlerindeki fakir bakışlar dışında… Yine de çocuksu bir sevinçle, annenin bir yerlere gitmesi beklenirdi, çıkardı giysiler saklandığı yerden, defalarca giyilip, çıkarılıp, geçilirdi aynanın karşısına… Hani bir bayram sabahı komşunun biri dört kız kardeşin bayramlıklarıyla salındığını görünce ’ne güzel olmuşsunuz siz?’ demişti ya, onu hiç unutmadı kadın… Bilmiyordu ki ne kadar güzel olduğunu, kimseler söylememişti böyle, sevgiyle… Düşündü kadın, altı kardeş ne güzeldik sahiden dedi o yıllarda, o sesli bayramlarda bile, ne kadar da parlardı gözlerimiz ışıkla, sevgiye açık bir kalple, barışla, ufka bakardık hep, el ele… Birlikte olmak ne çok kıymetli bir hazineymiş, o sabahlara uyanmanın bile ne çok güzelliği varmış, diye düşündü… Ne kadar geç fark ettiğini, kalbindeki güzellikleri, iyiliği ve umuttan yana ne varsa paylaştıkları çok geç anladığını hissetti birden, hayıflandı… Meğer o yüksek sesli bayramlar , kardeşliğin ne demek olduğunu o zamanlar bildirmişti altı küçük yüreğe, şimdiki büyümüş kocaman yüreklere inat, bağlılığın ne olduğunu o zamanlar biliniyormuşuz meğer, dedi kendi kendine… Şimdi ne o sesler kaldı yürekleri konuşturan, ne de o sevgiden altı kenetlenmiş yürek …

Bayram sabahları uyumak için değildir derdi annesi, erken kalkılmalı, ortalık toplanmalı, bulaşık falan varsa ortada yıkanmalı, herkes namazdan gelmeden önce. Yoksa şeytan yalar tabakları derdi, kendince bir inanışla… Erken kalkılır ve yüksek sesli kırılmışlığa hazırlanırdı çocuklar… Şeytan bulamazdı belki yalayacak kirli tabak, ama anne, o kirli sesleri kim temizleyecek hatıralarımızdan, diye isyanla haykırmak istedi düşünürken kadın… Kim verecek çalınmış bayram sabahlarımızı bize geri?.. Erken de kalksak kim toplayacak kırılmış yüreğini senin, benim, altı küçük yüreğimizin?...


Şimdi büyüklerin sessizliği hüküm sürüyor o evde… Altı yürek büyüdü, büyüdü, kocaman bir ağaca döndü, dal sardı, budak sardı. Döküldü yaprakları toprağa, savruldu birbirinden çok uzak dünyalara… Üşüdü birden genç kadının yüreği, yoksun kaldığını düşününce bağlılıktan, sevgiden, sessizlikte bile, o şimdi yoksun kalınan saf yüreklerin yerini hiçbir şeyin alamadığını anladı ve üşüdü yüreği… Ağır geldi zamana, taşıyamadı benciliği bedenleri, kaldıramadı temiz, çocuksu altı yüreği, kirlendi dünya, şimdi çığlık çığlığa bir sessizlik hüküm sürüyor bu sefer büyüklerin yüreğinde… Kendine döndü insanlar, kaybolan hayaller arasında gözleri seçilmiyor şimdi, karanlığa karıştı, görmek zor, diye üzüldü kadın, üzülmekten medet umarak, çaresizce… İnsan olmak , büyük olmak bu galiba dedi, büyümenin başka türlüsü yok mu?..

Düşüncelere daldı, isyan etti kendi kendine, sitemler boğazında bir düğüm, cümlelere boğuldu kelimeler… ”Nereye gittiler?.. O safça, kimseden sakınmadan, gücenmeden, birbirimizi yitirmeden, kırsak da parçalamadan yaşadığımız o büyük seslerin arasında bile kopmayan bağlılığımız? Mavi denizi, hasreti olduğum, parkları ve caddeleriyle o koca şehir mi yuttu, içinde parçaladı dağ gibi kardeşliği? Bu nasıl yutuş ki unutturdu o acının da, sessizliğin de paylaşıldığı bayramları… O bayramlar ki kopması güç bir ilmekle bağlamıştı hepimizi… Hangi bencil madde, hangi kıskanç yürek, hangi insan üstü vicdansız yaşam şartları, birkaç parça madeni cümle güç yetirebildi o altı yüreğin kopmasına?’’ Dedi, hüznü karıştı gözyaşına…

“”Halbuki tam şimdi uçuracaktık belki rengarenk bayram balonlarını… Yeniden konuşabilmek vardı, yeniden çocuksu bir bayramı birlikte, sesimizle konuşturmak vardı… Tam zamanıydı şimdi, yeniden o temiz yeni giysilerle karşısına çıkacaktık komşularımızın… Ne kadar güzelliğimizi haykıracaktı insanlar, biz gülümseyecektik birbirimize yine masumca, ve safça… Başarmanın, birlikte olabilmenin her şeye rağmenliğiyle, böbürlenecektik kendimizle, yalan dünyaya inat, gösterecektik kendimizi göğsümüzü gere gere… Bu kez sesli yürekler susturacaktı yüksek sesleri, bastıracaktı sevgimiz, bastıracaktı bağlılığımız, kardeşliğimiz…”” Diye yüreğinden kopan bir haykırışı susturamadı bu kez

Ve fark etti kadın, özlemişti kardeşlerini, sevemediği bayramlarda kenetlenen o yürekleri özlemişti, umutla konuşan kardeş gözlerin sessizliğindeki barışı özlemişti, kinsiz, çıkarsız, sevgiyle yanan o gözlerdeki kimsede bulunmayan kardeş bakışlarını…

Yine bir bayram, yine bir bayram sabahı… Sessiz bir yüreğin haykırışı, olmuşlara isyanıydı bu… Zaten sevmemişti hiç bayramları altı yürekten hiç biri..



ferkul





10.ekim
.2007

DUVARLAR YIKILMAK İÇİNDİR


DUVARLARI YIKALIM MI?



Duvarlar yıkılmak içindir.Verilen sözler tutulmamak

için,Sevdalar unutmak, umutlar kırılmak için…Bütün

ışıklar karanlığı gizlemek için. Doğrular yalanları,

gerçekler olmazları var kılmak içindir. Yaşamak

ölümü paylaşmak içinse ,nefes almak da vermek

içindir.


Bütün duvarları kendimiz örer, kapatırız insanlarla,

sevdiklerimizle aramızda. Hatırlıyorum da küçükken

annem “ben uzaktan severim çocuklarımı “ demişti

bir keresinde birine.Uzaktan sevmek? Nasıl yani ya?

En çok sevdiğine bile belli edemiyeceksen sevdiğini

neye yarar sevmek, canından can katsan bile , neye

yarar ellerinden tutmazsan şefkatinin ?Kar altındaki

toprağı göremedikten sonra sıcaklığını hissedebilir

misiniz ?
Orada olduğunu bildiğiniz halde, bir gün

yeşereceğini , papatya ve çiçeklerle bahara döneceğini

nasıl umut edebilirsiniz?


Nereden de çıktı bu gün bu yazı derseniz anlatayım,

öğrencilerimden Emine Murat’a seni seviyorum demiş.

Sınıfta bir heyecan bir kızılca kıyamet.Sessizliği

sağlamam epey uzun sürdü.Gülüşmeler alaylar, gırla

gecti.Baktım olmayacak hayat bilgisi dersine gectim

hemen.9 kere 8 i bilmeseniz de olur,en çok başarmanız

gereken şey sevdiğiniz birine bunu söyleyebilmenizdir

dedim .Hepiniz Emine kadar dürüst olabilseniz ,ne

olurdu, diye başladım söze.En sonunda karar aldık

birlikte akşam eve gidince herkes bütün sevdiklerine

seni seviyorum desin diye
.
Kaç tanesi bunu uyguladı

bilmiyorum ama ben kendi hayat dersimi çocuklardan

aldım.Sanırım bu dersi 66 yaşındaki anneme vermem

de gerekecek bundan sonraki yaşamında olsun

duvarlarını yıkabilmesi için…


Eskiden beri gülümsetirim kardeşlerimi yakınlarımı ,

Dostlarımı.İçimden geldiği gibi hemen ve sık sık hatta

adeta şimdi bunun sırası mıydı denecek yerlerde

söylememle gülümserler genellikle.Şimdi anlıyorum

ne güzel şeymiş yaptığım… Halbuki kırmak

gerek en fazla içimize yerleştirdiğimiz buzları

eriterek , birden bire bütün samimiyetinizle, uzatıp

bıktırmadan, yıpratmadan sevgiyi, henüz yakamıza

yapışmamışken umarsızlık, 9 yaşındaki samimiyetiyle

bir " Emine" kadar olmak lazım.Dünyamızı yaşanır

kılabilmeniz için,
hepimizin Emine olmak olmalı hedefimiz.


Nefes almak değildir yaşamak.İçindeki sevgiyi

uzaklaştırma kendinden, yoksun bırakmamak için ,

olmazları var kılmak için, her mevsimde bahar

gibiymişcesine yaşayabilmek için,hakketmeseler de

yüreğinin sesini kendi sesinle bastırmadan, önce

benliğimize dürüst olarak haykır sevgini, umut

ettiğini..İsterse kırılsın bütün umutların..Değer bilsinler,

isterse, kırsınlar her parçasını hayallerinin...Bütün

parçalar yeniden birleşmek içindir. Kırıldıkça bütünleşir

insan .En azından ben “başardım “ demek için, bir adım at ilk kez.

“Seviyorum” de can bildiklerine,
canından can çıkmadan…



BİRLİKTE KIRALIM ZİNCİRLERİ


IŞIK AYDINLIK İÇİN

SEVGİ YAŞANMAK İÇİN

DUVARLAR YIKILMAK İÇİNDİR

UMUT HERKES İÇİN....





31.mart2007
ferkul



28 Eylül 2007 Cuma

Geç mi kaldım yaşamaya?



Geç mi kaldım yaşamaya

Menzile varmak için çok geç

Adım atmak için düşünürken

Çok geç kaldım anlamaya

Sevdayı taşımaya çalışırken

Umut zırhlarını kuşanmaya

Baharı beklerken

Çok geç kaldım yaşamaya



Gençlik ve delikanlılık demen zamanda olsun, çocuklukta olsun, hep bir korku duyardım. Geç kalınmışlığı yaşama duygusu, geriye bakıp da bir gün, yapmak istediğim şeyler arasında bir tanesini, bile yaşamamışlık korkusu… Bir gün olup geriye dönme arzusu kaplarsa içimi? Ya yeniden başlama gücünü bulmazsam kendimde? Bu duyguları hissetmeyenimiz, var mıdır?

Geç kalmışlığı yaşadım hep hayatımda… Kimi zaman okula geç kalırdım evim herkesten fazla yakın olduğu halde, kimi zaman saatli kalkan çalıştığım köy okulunun otobüsüne… Bu yüzden ne cezalar aldım, neler geldi başıma… Yine de başaramadım hiç, erkenden yaşamayı… Geç kalınmış bir yaşamdan çok fazla bir beklentiniz olamıyor, hep bir parçası eksik kalıyor yaşanılmışlıkların… Özlemleri tüketmek geç kalındığı zaman mümkün olmuyor hiçbir zaman… Geriye bakıp da dünü hatırlamak istemeyiş çıkıyor bir anda karşınıza… Yarından ümidi kesmek de, böyle bir şey galiba… Geç saatlerden çalınan bir yaşamdan arta kalan bir yarın, çok fazla gülümsenerek karşılanamaz çünkü…

Baharlar hep geç geldi mevsimime. Ya da ben geç yakaladım yüreğime yakışan mevsimi… Delice bir tutkuyla hep peşinden koştuğum halde… Dönüşleri geç buldum kendime, gidişleri hep erken seçtim aydınlık sabahlara… Hep de geç esti bahtımın rüzgarlarında gençlik yıllarım…

Geç kaldım yaşamaya… Umut etmeye geç kaldım, sevgiyi elinden tutup, kırlara salıvermeye, özgürce bırakıvermeyi kendini akıntının coşkun sularına, geç kaldım… Bir yerlere erkenden varmak, ya da zamanında yaşanır kılmak bana göre değildi belki… Hani bir çiçek görürsün zamansız açmış karlar arasında, ya da baharın sonunda geç açmış bir badem ağacının utangaçlığını hissedersin çiçeklerinde, öyle bir eksik yanı keşfedersin günün birinde içinde ya, yüreğin burkulur, yazık olacak bu güzelliğe, hemen solmaya mahkum, ya da geç verecek meyvesini diye, iç geçirirsin ya, öyle bir çalıntı anı yaşamak kadar zor bir duygu bu, gecikmişliği yaşamak … Kardelen çiçeğinin öyküsü gibi, karlar arasında ne kadar güzel görünse de, ömrü çok azdır çünkü… Benim kardelenim kışı da geçirdi, baharı bekliyor sanki…Baharda açan bir kardelenin, anlamı var mıdır, kış bitip gittikten sonra, açsa kime yarar ?...

Geç kaldım huzurla yetinmeye, yetinmeyi yaşamdan saymaya, hatalara karşı gülümsemeye, affetmeyi bilmeye, af dilenmeyi onur saymaya, geç kaldım… Anamın solgun yüzüne umut aynasını tutmaya, dostlarımdan çabuk vazgeçmemeye, içimdeki çocuğu büyütmemeye, geç kaldım… Halbuki o çocuk daha uçurtmalar uçuracaktı gökyüzüne, kahkahalarıyla çınlatacaktı dünyayı çocukça bir sevinçle, hiç olmadığı kadar samimi, hiç olmadığı kadar özgürce…

Ne o çocuk kaldı, ne de kahkahalar çınlatıyor şimdi gökleri… Bir suskun güneş bunaltıyor gündüzü şimdi, suskunluğundan medet umarak, uçurtmasız günlere açılmış eller uzanmış semaya, havada asılı kalmış umutlar, yaşanamamışlıklar.... Dile getirilememiş sevgiler…

Yarına ertelemeden istekleri, yeniden başlama arzusunu geriye bakmadan aşabilmek amacı, geç kalınmışlığı kaldırır belki… Bir şeyler yapmalı, nasıl ucundan tutmalı ki hayatı, bırakmamalı, erkenden kalkmayı başarabilmeli ki, insan yaşadığının farkına varabilmeli… Bir şiirle, küçük bir umutla, kini ve kırılmışlığı unutuşla başlamalı belki de… Ucundan tutmalı sıkı sıkı yaşamın, bir yumruğa dönüştürmeli umudu, aydınlığa çevirmeli karanlığı, vazgeçmemeyi ant içmeli belki…

Bir parça yaşamdan çalmalı her gün, bir an olsun kendinden olmalı, kendini hissetmeyi yaşamaktan saydığın bir anı, kucaklamalı… Kendine verdiğin her andı, her sözü, yeminden bilmeli, vazgeçmemeli yeniden başlanabilirlikten… Yemini bozmadan da yaşanabilirliği göstermeli, geç de olsa, ben de varım, diyebilmeli…
Varım, umudum oldukça yaşıyorum, çünkü buradayım … Diyebilmeli…

Hayata hiç bir zaman geç kalmamanız dileklerimle…


ferkul


25.09.2007








26 Eylül 2007 Çarşamba

Yüreğimden dökülen
Gözyaşlarına benzer
Mısralarım

Parmağımdan süzülen
Bir damla kandır
Yazdıklarım..

Peşimden gelen
Sesimin tellerinde gizli
Haykırışım…

Benzettiğim her şarkı
Karanlıkta ışığım
Her bakışta muradım
Sevdalım

Sende gördüm güneşin doğuşunu
Adında buğulu bir resim vardı
Kolay mı bir mevsimi bahara çevirmek
Her sorunun bir cevabı vardı
Sorularım
Sensiz cevapsız kaldı

Şimdi
Bir ağır türkü
Yalnızlığım …
Söylendikçe kederi çöreklenir bağrıma
Sen bırakıp gitme beni
Bu akşamüstü…

ferkul

23 Eylül 2007 Pazar

Sana yürümek yakışır şimdi


Sana dinginlik yaraşır, bana yalnızlık şimdiDönülesi yollardasın, uzanası kollardasın… Yoksulluktan nasibini almış sözlerin… Yorulmuşsun biteviye yaşarmış’lıklardan… Gibilere tutsaksın şimdi… Donakalmış ufuklarda gözlerin… Uzak bakışlı, durgun sular almış yüreğini… Kendi sularında yitik kalmışsın, kendi sılanda garip… Yaralarını sen sarar olmuşsun, kendine kanar, aynalara yakarır olmuş yüzün…

Dört duvar bir odaya adımlarını saymış yürümek bilmez ayaklarınHer adım unutturmuş yaşamaktan saydığın duyguları… Bir adım, sevgiye, bir adım hasrete, bir adım geçmişe sayfa olmuş, unutulmuşsun… Dört duvar, dört çerçeve bu kadar mı hünerli? Böylesi kayboluş yakışmamış sana… Topla duvardaki resimlerini, dışarıya at adımlarını. Dışarısı bahar, dışarısı kan kırmızı gün batışı… Güneşten senden yana, dünya sırtında taşıyor yüreksizliğini…

Yılgın insanlar topluluğu çevrelemiş yaşamınıYılmaktan yanıldığını göremez olmuşsun… Her geçen günde vazgeçerken kendinden, bir parça eksilirken, küçük bir yumak olmuş benliğin evrende, göremiyorsun… Bir çift göz gerek sana şimdi, bir çift yürek gerek, coşkun denizinde dalgalarıyla seni kaldıracak… Bir çift el gerek tutup kaldıracak… Silkinip arın şimdi, topla kırık parçalarını dünyadan… Ellerinle yeniden kur, yaşam denilen yanılgıyı…

Yakamozlar gibi, coşkun sular gibi, çağla, haykır, bağır bağırabildiğin kadar, kendini anlat, sevdanı yazar gibi, umuda kuşan zırhını… Açıl özgürlük denizine, yelkenlerin hep fora… Dik dur kalkamazsın, , eğilirsen … Yakışmaz sana düz duvarda yürümek…Yakışmaz sana durgun suda boğulmak… Bütün yollar sana açık, bak. Bak da gör nasıl gözler var sonbaharda bile, umuda çiçek açmış, yaprak dökmemiş…


Sana yürümek yakışır şimdi, Kalabalıklar yaraşır …
Senin gitmediğin yollarda yürümek yaraşır
bana;
senin kalabalığında yalnızlık..........






ferkul