Bu Blogda Ara

13 Ocak 2009 Salı

Laf olsun



Laf olsun diye.....


Laf olsun diye açıyorum gözlerimi her sabah doğan güneşe... Gün dönüp de akşam olunca, laf olsun diye göz kırpıyorum yıldızlara... Gece bilir, akşam anlar halimden, laf olsun diye dost seçtim kendime karanlığı... Dost dediğim, arkadaş bildiğim, sevdalım, bağrı yaralım, gün bakışlım, güneş yüzlü sevdiklerim, düşmanım, kızgınlığım, kinim ve intikamım; hiç biri bende kaldı mı sanki, hepsini laf olsun diye seçtim ben... Halbuki gündüzlerin aydınlıkların insanıyım, laf olsun diye kandırıyorum sizi... Laf olsun diye hüzün saçıyorum mevsimlere... Yine de açmamış gülde saklı heyecanım, laf olsun diye gizliyorum, gizlenmeyi de, kendimden kaybolmayı da, gerçekliğin içinde düşsüzlüğü de ben laf olsun diye seçtim aynalardan... Gülümsüyorum, laf olsun diye.... Ayrılıklara gülüyorum, kavuşmaların geç kalınmışlığına kızıyorum, kadere rest çekiyorum laf olsun diye.... Ekmeği olmayanın aşı, susuzların çeşmesiyim, karanlıkların ışık saçan prensesiyim; diyorum; laf olsun diye....

Laf olsun diye seviyorum; kendi kendimin aşığıyım hiç terketmemiş, bırakıp gitmemiş, gidip de dönmemişlerin, dönüp de bıraktığın gibiyi bulamamışların umutsuzluğuyum, boşluğuyum laf olsun diye... Benden olanlar benim, kalanlar kaybetmişlerdir ; demiyorum, laf olsun diye savaşıyorum diğerleriyle... Laf olsun diye oturuyorum, geziniyor ve bakıyorum insanlara... Mutsuz insanlara öğütler veriyorum, yalnızlara yüreğimi veriyorum, yürek dağıtıyorum yüreksizlere, laf olsun diye.... Hepsi benimle, yanımda, en yakınımda, hep var_larmış gibi bakıyorlar uzaktan, seslerini duyuyorum, yüzleri seçilmiyor, sadece elleri, elleri uzanıyor... Laf olsun diye dokunuyorum onlara, yok oluyorlar... Düş gibi, kabus gibi, uzandıkça uzaklaşan, laf olsun diye sevenler.... Laf olsun diye söylüyor hayat türkülerini insanlar... Lafların arasında kaldım, gerçeksizlikten bunaldım, laf olsun diye söylüyorum.... Laf olsun diye kokluyorum kış nergislerini, laf olsun diye bahar şiirleri yazıyorum, mayıs şiirleri, sevda sözleri, laf olsun diye geçiyor her günüm...

Laf olsun diye yakıyorum her sigaramı, dumanı gözlerimi yaşartıyor, ciğerlerimdeki ağrıya, öksürüğe dokunmuyorum; laf olsun diye... İçiyorum işte, öylesine, tadı yok, tuzu yok... Bir yağlı boya ressamıyım her geçen günle devleşen, büyüyen, büyüdükçe küçülen... Yere doğru eğilen bir selvi dalıyım.... Geçiyor resimler önümden; her birinde saklandığım çocukluğum, görmezden geliyorum; laf olsun diye... İçtiğim her bir bardak çayda gizlediğim boğazımda gezinen sıcaklığa, laf olsun diye isyan ediyorum... Çay da ısıtmıyor insanın yüreğini hani, yine de içiyorum demli, açık, koyu, ne varsa getir kahveci!.... Oynuyor hayat benimle, kader önüme seriyor bütün dikenlerini, savaşamıyorum; laf olsun diye... Gücüm mü var sanki!... Ne bilirim isyanı, ne anlarım ben kavgadan, laf olsun diye vuramam; atamam; yaratamam yeniden dünyayı.... Bir tokadımın bile izi yok üzerinde kandaşlarımın... Ben de bilirim bir yumrukta yere sermeyi karanlıkları, duvarları yıkmayı, laf olsun diye tutuyorum kendimi... Yakıştırdığım, üzerime yapışan sessizliği atmıyorum benden.... Kendimi koruyamıyorum kirlenmiş kelimelerden, kırmızı güllerden, bahar güneşinden, ben_den; _ yeniliyorum....

Kendimden kaçıyorum, laf olsun diye....

Yürüyorum, her attığım adım, laf olsun diye, yolları tanımıyorum, taşları göremiyorum, dağları seçemiyorum.... Köprüleri yıkıyorum, dağları aşıyorum, yalanlar söylüyorum düşlerden arınmış; laf olsun diye... Konuşuyorum; çok konuşuyor ve susuyor yüreğim, laf olsun diye anlatıyorum akşamları ve gündüzlerden sakladıklarımı.... Laf olsun diye boyuyorum dudaklarımı toprak rengine, halbuki ben kırmızıyı severim... Sizler de laf olsun diye seviyorsunuz yaşamımı, size benzeyen yanlarımı... Halbuki laf olsun diye yazıyorum ben şiirlerimi, laf olsun diye seçmişim bu hayatı....

Laf olsun diye söz veriyorum kendime, yeminler ediyorum her yenilenen günde yeniden doğmaya... Laf olsun diye gittiğim her yoldan dönüyorum, verdiğim her sözden cayıyorum,yeminler bozuyor, diyetini yine ben, ödüyorum, laf olsun diye; kendimden vazgeçiyorum...

Laf olsun diye, herkes gibiyim...


Laf olsun diye, yaşıyorum!.....


ferkul

29aralık2008

3 Ocak 2009 Cumartesi

Düşlerini getirdim, görmüyor musun?..



Yitik düşler ülkesinin yitirilmiş prensesi... Düşlerden saraylar kurmuştun kendine, renkli perdeleri, saydam duvarları vardı... Baktığında içini yakan, sevgiyle akan gözlerin vardı, çiçek çiçek, öbek öbek beslenirdi kuşların... Kanat çırpmaya hazırlanırdı, yeni yetme cocuklar gibi, ilk adımlarını sayardın, yıllardır salkım söğütlerle süslenmiş bahçelerinde... Eskidendi, çok eskiden kaldı yitikliğin... Şimdi kim seni senden sayar ki?... Senden bildiğin kaç kişi kaldı senden yana, nereye gidip kaybettiler seni?... Yazdan, bahardan saydığın günleri kaça sattın, bir gerçeğe dönüşme parası için?.. O kadar mı fakirdi düşlerin, o kadar mı garipliğe tutsak ettin onları?.. Nerede kaldı prensesliğin?... Yenilmezliğin vardı, kendine direnişin, gücün, nerede bıraktın seni?.. Hangi taş duvarlar arasında, hangi yokuş aşağı yollarda kaldı düşlerin?..

Bir adın vardı, olmalıydı, sen de unuttun, kurutulmuş mevsimlerde kaldı, savrulmuş rüzgarlarda... Seni adsız prenses, düşlerine verdin adını!... Seni virane bahçelerin açmamış kırmızı gülü!... Yazların ve bahardan kalma günlerin halkıydı, hakkıydı umut verdiklerin... Şimdi kış, şimdi soğuk, şimdi gece, evlerin yanan ışıklarında, binlerce yürek, binlerce düşü saklarken sen, dışarda kaldın!... Aydınlık geceleri ışıksız evlere, bacalardan tüten ıssız dumanlara saklasan da, yeter mi düşleri geri getirmeye?.. Gücün yeter mi, insanları kaldırmaya, taşımaya, düş vermeye?... Almaktansa vermeye alışmıştın, şimdi kış götürdü bir çok düşünü... Soğukta üşüyor ellerin, üşüyen sadece parmakların mı?...

Düşlerinden, kendinden ve varlığından almıştın gücünü... Bir varmış bir yokmuşlarda kaldı masallar, gerçeklerle yer değiştirdi düşler... Artık yürekten söylemiyor kimse düşlerini, yürekten konuşmuyor diller, yüreksiz kaldı sarayların... Perdesiz, kalın duvarlar çevreledi etrafını, kurak bir mevsim yaşanıyor kışında...
O kışlar ki, ruzgarında bulamazsın kendini... O kışlar ki öbek öbek yağan kar taneciklerinde saklanır umutlar, yaşanmamışlıklar, yitip gidenler, yitirilenler...

Yitik düşlerden saraylar kuramamış, yitirilmiş prenses!... Bittiği ve bitirdiğini sandığın düş bahçelerinden baharlar getirdim sana!.. Bir sayfa kopardım geçmişten, yarına açtım beyaz kapılarını, temizledim, temizlendin... Hala capcanlı, taze ve sıcak, buğusu üstünde tüten ekmekler gibi, çoşkun sular gibi, var olduğunu haykıran şarkılar gibi, unuttuğun bir masaldan çıkardım, aldım, getirdim!... Seni getirdim sana!....

Salkım salkım uzanan üzümlerden, asma yaprakları altında okunan hayal romanlarından bir gerçek el uzattım, senden yana, senli gülüşler getirdim dudaklarına konsun diye... Bir kırmızı gül, parmaklarımın ucunda, kokusunu duyuyor musun, sana uzanıyor, görmüyor musun?...

Görmezlikten mi geleceksin?... Yokluğu seçmişken, bütün yoklar arasında var, olabilir misin?.. Yapamaz mısın?... Başaramaz mısın yitikliği üzerinden atıp var olmaya, kucak açamaz mısın?..

Yitik düşler ülkesinin yitirilmiş prensesi!... Hala bir şey var gözbebeklerinde gizlediğin, bitmeyen, tükenmeyen, yaşlanmayan, yıpratılmayan, tek şey yaşamda; umut!... O ki hiç yitmeyen, yitiremediğin, senden mirastı düşler ülkesinde... Yüzü sana benzemeyen, bakışları senden yitik, bir şey kaldı geriye, SEN!...

Düşlerini getirdim, görmüyor musun?...

Sana dön, bana seni getir, yeniden doğsun dünya, seninle yaratılsın, seninle yeniden ve her seferinde seni yitirse de, seni yeniden buldursun, seninle dönsün devran...

Seni yitik prenses, seni bulabilir misin, karanlıklar içinde var olabilir misin?...
Seni, sensiz yaşayabilir misin?...

Yitik düşler ülkesinin yitirilmiş prensesi...

Seni yok yazmış tarih, isyan etmez misin?...
Dirilmez misin,
Ayağa kalkıp,
Direnmez misin!...



ferkul

28.aralık2008
00.51