Bu Blogda Ara

27 Aralık 2010 Pazartesi

TAM ZAMANI


               
Tam  Zamanı

Şimdilerde Yürek Bir Serçe Kanadına Takılmış;

Uçtu,   Uçacak.

Şimdilerde Yüzleri Donuk İnsanların,

Unutuldu,   Unutulacak...

Şimdilerde Alıp Eline Kalemi,

 Kırmalı Suskunluğun Belini...

Söylemeli...

Şimdilerde Uzanıp Tutmalı  Bir Dostun Elini,

 Şimdilerde Görmeli Güneşi,

Sıcak Bir Meltem Estirmeli Umuda

Zemherinin Tam Ortasında

Isınmalı...

Salıvermeli Kendini Akarsuyun Başına, Dinlemeli,

Dinlenmeli...

Şimdilerde Hayal Kurmalı, Her Şey Dediğin Neyse O,

Olmalı...

Vermeli rüzgara saçını, alıp götürsün senden sen_i

Akıtmalı Gözyaşını,

Gülmenin Mümkün Olmadığı Yerde, Şimdilerde

Ağlamalı...

Varsa, Ve Gerçekten Yaşanıyorsa Bir Yerlerde,

Şimdilerde Zamanıdır;

Sevmeli...



Sevemiyorsan Bir Çiçeği Dalında

Yeşertemiyorsan Yaprağını,

Kuruttuysan

Şimdilerde;

Ölmeli....


ferkul
25aralık 2010


30 Kasım 2010 Salı

DEDİM_Dİ




Ağlasan da
Gülsen de
Yaşasan da
Ölsen de
Sokak araları tutulmuş
Yol başları eşkiya
Ne yana baksan gece
Ne tarafa dönsen yokuş
Tam ortada bir  deniz
Ha şöyle
Ha böyleydi
Gülüşleriniz...

Hüzünden bir deri
Yapışmış üzerine
Kara bir kediydi
Dört bacağı kırılmış
Her taraftan sarılmış
Acıtsa da
Kanatsa da
Bir kenarda
Unutulmuş...
Yakışıksız bir şeydi
Yaşamak dediğiniz...

ferkul
26ekim2010










16 Kasım 2010 Salı

Bayramları Bayram Yapan




Bayramları Bayram Yapan

Bayramları bayram yapan üzerindeki hüzündür...

Bayramları bayram yapan eksiltemediklerimizle çoğalma yarışıdır...

Bayramları bayram yapan anlam karmaşasında direnmektir...

Bayramları bayram yapan sevgi çiçeklerini saçmaktır ortalığa... Hak etse de etmese de dağıtmaktır gülücükleri....Bayramları bayram yapan, umursamazlıktır, bırakıvermektir kendini, suyun aktığı yöne...

Bayramları bayram yapan içinde çoğalttığınız yalnızlıkları kalabalıklar arasına salıvermektir...

Bayramları bayram yapan çocuksu sevinçlerdir, çocukların büyüklerin gülümsemelerine doymaları, alışagelinen her şeyden uzak gözlerindeki ışığıyla aydınlanması, çoğaltmaktır mutlulukları, bayramları bayram yapan bayram şekerleriyle avunmaktır...

Bayramları bayram yapan, üzerine giydiğiniz bayram elbisesini yakıştırmak; yaşatmaktır...

Bayramları bayram yapan verici insanlara dönüşmesidir, hep alan ellerin...Umuttur, geçmişe, geleceğe ve yarına dair... Umudu hissetmektir...

Varsan, yaşıyorsan, seviyor ve seviliyorsan, bayramdır....

Bayramları bayram yapan, sevgidir, inanmaktır, güven ve bir olma duygusudur... Bayramları bayram yapan, duygulardır...

Bayramları bayram olan çocuksu sevinçlerle...

ferkul

16 kasım2010

27 Ekim 2010 Çarşamba

Hadi Bakalım, Kolay Gelsin



Hadi Bakalım, Kolay Gelsin

Bir şeyler yazmak lazım... Yazmak ve dokunmak, yaşamadan duymak, konuşmadan anlaşmak, hayatın diğer ucundan tutuvermek, yakalamak... Kuru bir dilim ekmeği paylaşır gibi, bir bardak suyu birlikte içer gibi... Elinden kaçıvermiş bir küçük uğur böceği gibi, gözünün ucundayken düşüvermiş bir gözbebeği gibi, anlatmak ve konuşmak... Yaşarken, nefes alırken ve bu kadar zor bir dünyanın içinde zorlamadan kendini, akıvermesi lazım cümlelerin; ırmaklar gibi... Coşkun sele kapılmış bir kuru dala döndürmeden, tutuvermek, ucundan kelimelerin... Hani şu kibritçi kız gibi, çirkin ördek yavrusu gibi, içinden çıkarıp kendini, kabuğu kırmak lazım!.. Dinlediğin bütün masallar gerçek olsun diye... Kaplumbağa tavşanı geçsin diye...  Tom, Jery'e yine mağlup olsun diye, kırmızı başlıklı kız kurdu kandırsın diye, Pamuk Prenses hala Pamuk kalsın diye.... Beyazı ve siyahı, hatta bazan kırmızıyı, griyi, bazan mutsuzluğu, bazan mutluluğu konuşturmak gerek;  kelimelerle dans ederek... Harflerden bir yol seçerek kendine, bulmak lazım kendini... Kaybolursun ya hani kimi zaman, bulursun ya bir uçsuz bucaksız denizin ortasında, seslenmek istersin, haykırmak, dalgalardan başka cevap veren olmaz... Bazen o dalga sesi de yeter ya seni anlatmaya, her bir kıyıya vuruş senin sesindir ya, öyle; işte... Konuşurken ve yazarken hissetmek, bazen hissetmediğini de anlatabilmek... Bir şeyler söylemek lazım...

Umudu konuşturmak, yaşanmış ve yaşanmamış ne varsa saçıvermek ortalığa...
Umutsuzluğun da taa dibine inmek, hatta en çok da hayaller kadar hayalsizlikleri de anlatmak...

Hadi sıra sizde... Nerdesiniz?..


ferkul
23 ekim 2010
24:04

18 Ekim 2010 Pazartesi

VURABİLİR MİSİNİZ BİR ATMACAYI SÖĞÜT DALINDA?..


Bir garip yavru kuş idi, bir söğüt dalına konmuş idi... Dalda bir kuş, dağda bir söğüt, yuva edinmiş idi birbirini. Sarmış sarmalamış idi söğüt kuşu... Ağaç mutlu, kuş da söğütten hoşnut idi...

Yıllar yılı büyüdü yavru kuş... Kuş oldu, güvercin oldu serçe oldu, kendi oldu, başkası oldu... Uçmayı öğrendi, başka kuşlarla dost olmayı, hep uçtu, ama düşmeyi öğrenmedi... Düşülerse nasıl kalkılır, nasıl uçar bir kuş düşerse yeniden, nasıl kalkar, nasıl kanat çırpar, bilmedi... Gitti, geldi, döndü, hep o söğüt dalına kondu... Kim ne derse desin o bir garip kuş idi...

Bir  bahar günü bir kurşun geldi tuttu kanadından... Hiç beklemiyordu garip kuş; vuruldu...Vuruldu da garibim, sesi duyulmadı... Yüreğinin köşeciğinde bir mermi, çıkmadı hiç, orada yaralı, kaldı... Ne gidebildi, ne kalabildi, ortada olmak ne zor idi?.. Kuş ölmedi, ölmek tam da zamanıdır desen de içinden; bazen mümkün olmaz idi...

Yarasını sarmayı öğrendi, yaralarla yaşamayı, kalp kırılsa da, tam ortasından vurulsa da, atmaya devam eder, tik tak, tik tak, her kalbin atışı başkadır çünkü... Kuş olunca kalbi atmaz mı sandınız siz?.. Söğüt dalları arasında saklanmak, orada kalmak işine gelmiş idi garibin...
Ne vurmak ne vurulmak ister idi...

Bir garip kuş idi, yarasını sarmak bile istemez idi, onunla yaşamaya alışmış idi...
Yine söğüt dallarından uzaklaşmadan, alçaktan uçar, serçelerle dostluğa devam eder idi... Günlerden bir gün, yine bir kurşun geldi, bu kurşun zalim idi; vurdu ta yüreğinin içinden, bu kez deldi geçti yüreğini... Acıttı, kanattı;  bedeninin her yerine bulaştı kanı... Her yer kan, her yer kan, her bir kanadı kan olmuş idi... Her bir zerresinde bir acı çöreklendi kaldı orada... Zalim bir mermi idi... Kuşa da acımadı, söğüte de... Önce öttü kuş günlerce, hatta yıllara böldü, çarptı, çırpındı, elinden bir şey gelmedi; içinde çıktı sesi... Kimseler  duymadı...
Söğüt bile duymamış idi...      

Ve; Daldan düştü kuş...

Bir garip kuş idi, uçmasını bilirdi, dalda konmasını, düşmesini değil... Düştü, yerde yaşamak dalda yaşamaktan daha zor idi... Çırpındı, kanat açtı, düşüp kalkıp uçmasını öğrendi... Sonra savaşmasını, acımaması için yaralarının, acıtmasını... Vurulmamak İçin, Vurmayı... Büyüdü, büyüdü, uçmasını öğrendiğinde artık o, bir Atmaca idi...

Atmaca kuşa benzemiyor idi, söğüt dalına bile konmuyordu... Daha bir yüksek uçuyordu şimdi... Sesi yırtıyordu yeri göğü, korkutuyordu, korkmuyordu... Artık o bir garip kuş değildi... Ne kendine benziyor idi, ne atmacaya, bir başka olmuş idi... Herkes ondan uzaklaşır olmuş idi... Zalim kurşunun kanı her yerine bulaşmış idi... Derdi gücü yırtmak, kırmak, parçalamak, düşene saldırmak idi... Yüreğindeki kurşunları da unutmuş idi. Acı çekmeye alışmışken, acı vermeye başlamış idi... Dostlukmuş, sevgiymiş,vefaymış, umurunda değil idi...

Artık kimse atmacayı vuramaz idi, hiç bir kurşun atmacanın yüreğine dokunamaz idi...

Garip bir kuş idi, atmacaya dönüşmüş idi...
Böyle olsun istemez idi... Zalim bir  kurşuna yenilmiş idi...
Kendi olması için artık çok geç idi...


Atmacanın suçu neydi?


ferkul

15 ekim2010

1 Ekim 2010 Cuma

Nasıl mutlu olunur?...






Zorlu bir gündü... Bir tanıdığım intihar etti bugün, her gün görüştüğün, ara sıra hal hatır sorduğun biri... Durgun, kendi halinde, işyerinde her zaman birlikte çalıştığınız, selamlaştığınız bazen bir bardak çayı paylaştığınız, ama hiç bir derdi, kederi paylaşamadığınız, birbirinize hiç bir şey katmadan, öylesine geçip günlerin içinde var olan ama olmayan biri...

Bir insanın hayatına son verecek kadar kederli ve çaresiz olabilmesi, bu kadar zayıf olmak için nedenleri de olsa, ne kadar kötü!...
Bu kadar mı önemli mutluluk, huzur, var oluş?..
İlle de mutlu mu olmalı insan ?..

Neyi yaşarsak yaşayalım, hangi şartlarda olursak olalım, hayat devam ediyor, etmeli, bir küçük mum ışığı da yeter bazen aydınlanmaya, bir sabah güneşi, bir çocuk gülümseyişi... Elbette hiç bir problemi ve kederi, yaşamda düşlediğimiz hiç bir pembe rüyayı geri getirmez ama, ille de çaresi vardır her bir çaresizliğin... İlle de mutlu mu olmalı, sağlık, var olanlar neden yetmez, neden bu kadar doyumsusuz?..

O kendini öldürdü, biz çalışmaya devam ettik, bir iki ah, vah_tan sonra günlük düzeninde yürüdü her şey... Bir garip göçtü gitti, sanki kendi kendine el salladı, vedalaşmadan sessizce çekildi, garipti, garip öldü, biz devam ettik yaşamımıza... İyi mi etti sanki, şimdi rahat mı, kurtuldu mu, kurtulacağını mı sandı, mutlu mu?...


Bütün gün boyunca düşündüm... Çalışırken, gezerken, üzülürken, yürürken, konuşurken... Böyle günlerin akşamında beynim saatlerce fizik çalışmış gibi doludur, saatlerce konuşup hiç susmayan bir komşuyu dinlemiş kadar yorgun... Neden_ler den çok nasıllarla uğraşırız çoğu zaman... Aslında her şeyin kökü, kaynağı mutsuzluk, ne yapmalı, etmeli de şu mutluluk denilen sudan azıcık da olsa içmeli?... Ya da olmazsa olmazlardan çıkarıp atmayı becerebilmeli?..  Ne yapsak ne etsek, nereye gitsek peşimizden ayrılmayan, beynimizden çıkmayan tek hedef, tek amaç bu... O zaman bir yolu, olmalı...

Nasıl mutlu olunur?...

Yetinmeyi bileceksin.Önce kazanmayı, sonra kaybettiğin zaman da bir zamanlar ben kazanmıştım demeyi... Ya da savaştığın sürece var olduğunun bilincinde olmalı...
Çünkü savaşmak da yaşamaktandır...

Sevmeyi bileceksin... Sevilmesen de hiç, önce sen seveceksin ki aydınlansın yüzün.Sevmeyi bilmeyen insanlar hep mutsuzluğa mahkumdur...Ve mutsuzluğa boğar insanı, kurtulamazsın selinden...  Akıntıya kapılmadan sudan sen çıkacaksın önce...
Uzak duracaksın sevmesini bilmeyenden...

Küçük şeyler, ayrıntılarda gizlidir, küçük şeyler mutluluğu gizler, aslında hepsi büyüktür...  En küçük noktadan başlayarak görmesini bilmek gerek bakmaktan çok, görebilmek en büyük başarı... Baktığın zaman görebileceğin bir göze sahip olmak, en büyük mutluluk....

Affetmeyi de bileceksin haksızlığa uğrasan da... Ama affettiğin kadar biraz da intikam hissi de taşıyacaksın ezilmişlikten kurtulmak için... Kin demiyorum, asla!
İntikam düşüneceksin ama, almayacaksın... Sevmeyi bilen insanın susması bile en büyük intikamdır...


Ve hoşgörü... En büyük nimet eğer sende varsa... Köreltmeden, köreltilmeden kullanılırsa yaşamın her anını değer kılar nefes almaya.Ve yaşanır kılar her bir günü...

Ve SEN!.. Önemlisin, değersin, özelsin!... Hiç kimse için olmasa bile kendin için özelsin... Unutma ki senden başka bir tane daha yok!.. Hiç kimsenin seni incitemeyeceği kadar önce sen sev kendini, sonra diğerleri gelir... Önce sen seni incitme ki, dokunamasın sana kimse....
Sen oldukça; En sevmediğin mevsim bile bahar olur, yaz olur, karda açan çiçek olur... Sen var olmazsan hangi mevsim gelse ne yazar?...

Çoğaltılabilir, nasıl mutlu olunur, nasıl daha memnun oluruz hayat dediğimiz şu hep karşımızda bir karanlık sayfa açan kitapta, bilmiyorum ama unutuyoruz bazen yaşamayı, yaşamanın, nefes almanın her şeyden önce önemli olduğunu...

Kendine göre bir yol, seç o senin yolun olsun, ara sıra uğradığın, üzerinden geçtiğin...
Nasıl Mutlu Olunursa Kendince, Bir Cümle Kur, Dene, Bir Adım At, Gerisi Gelir...

Hiç bir şey senden önemli değil!



ferkul

23.50
27eylül2010

19 Ağustos 2010 Perşembe

piknik


                   SÜLALE 

(Temmuz ortalarında yazdığım bir yazı )

Bugünlerde hep tamam artık, bitti dediğim değerleri, yaşama ve insana dair yanılgınlığımın yanlış olduğunu, hala var olan bazı değerleri ve sevgiyi, yakınlığı, sıcaklığı, yaşayan insanlar olduğunu, sanki bana anlatmak için önüme bir halı gibi serilmiş güzellikleri yaşıyorum...
Ve umudum artıyor gitgide, hayat,bağlılık kelimelerinin anlamları üzerine, yaşama sevinci adına, sevgi ve insanlık adına atılan adımları gördükçe daha bir kılıç kuşanıyor, seviyor, seviniyor  insan...



Güzel bir etkinliğe katıldım bugün... Dün akşam aldığımız bir davet adına, bir piknik; aile toplantısı... Hani bilirsiniz eski Türklerden beri bir gelenek haline gelen sülale, kavramı, aile ismi, lakabı kavramı vardır... Annemin de böyle bir lakabı var... Antalya yakınlarında küçük bir ilçe benim memleketim; Bucak... Durna_lar sülalesini tanıma, kaynaşma, akraba ve aile birliğini sağlama hedefiyle düzenlenmiş bir piknik. Duyduğum anda artık bu unutulan kavramları hatırlayan ve bunun için emek harcayarak bu toplantıyı hazırlayan kişilere bir katkıda da ben bulunmak için gitmek istemeseler de ailemi zorladım...
Ve gittik...

Ömer Durna... Yüreği güzel, kalbi dostluk için atan biri, sevimli, cana yakın tavırlarıyla, candanlığıyla, merakıyla karşıladı bizi; hangi Durnalardan 'sınız?...Tebrik ettim kendisini, keşke bu tarz etkinlikleri planlamayı ve hatta katılmasalar da desteklemeyi hedef alan, akrabalık ilişkilerinin sürdürülmesi ve devamı adına adım atan böyle insanlar olsa hep, bitmese, tükenmese....



Kendisi bir öğretmen, Antalya'da yaşamasına rağmen yıllardır, memleketi ve insanı için çabalamış.Antalya'da sırf bunun için Bucaklılar derneği kurarak öğrencilere ve zor durumda olan bütün  bucaklı hemşehrilerimize yardımcı olmayı hedef edinmiş bir insan...Zaman zaman mezun ettiği, iyi yerlerde olan kendisi gibi güzel yürekli yetiştirdiği öğrencilerinden de destek almış...Bence bu yardımsever tavırlarıyla, aşıladığı iyilik tohumlarıyla öğretmenliğin gerçek anlamını yakalamış nadir insanlardan biri...



Dedeler, oğullar, kızlar, torunlar, bebekler, çocuklar....En az 100 kişi vardık... Kimisi yıllardır görmediği akrabalarını sevinçle kucakladı, kimsi hiç görmediği sadece ismen hatırladığı akrabalarını tanıma heyecanı, kan bağı olan insanların birbirileriyle kaynaşması görülmeye değerdi....


       
 
                                            Soğuk su, unutulmamış...


                                           Ve odun ateşinde demlenen çay...



                                              Yaz elması ve karpuz....

                         Pilavlar, dondurmalar, çaylar, dolmalar,sarmalar,pastalar eşliğinde, hakikaten özenle hazırlanılmış bir piknikti...




                  Bu yılların yorgunluğu yüzüne yansımamış, durnaların en büyüğü; dedemiz....


                  
                                                 Ve dedemiz, hayat arkadaşıyla...


                                               Bu da sülalenin en küçüğü...

               Çocuklar her yerde olduğu gibi, eğlencenin en doruğunda, nasıl da mutlular!...

                                      Her biri bir yerde dağılmış, koyu sohbette Durnalar....


Soyağacı ,soyadını taşıyan insanları bir araya toplamak ,tanışıp kaynaşmak bence çok iyi bir fikirdi... Siz ne dersiniz?...Hanginiz soy isminizi taşıyan yakın akrabalarını, onların çocuklarını ve torunlarını tanımak istemez? Öyleyse bir adım....


ferkul

18temmuz2010
21;38

27 Temmuz 2010 Salı

KUYUDAKİ KADIN


      

Git Gidebildiğin Yere,
Deniz Aynı Deniz,
Su Aynı Su,
Bulanık... !







Nereye gitsen kendini de götürüyorsun aslında... Dağ aynı dağ, deniz aynı deniz, dalga desen dalga değil!.. Sen desen, SEN_in değil!... Her şey yerli yerinde, sen aynı sen, bütün renkler siyah!.. Ne kadar yaklaşsan uzak bütün yakınlar, gökyüzü senin değil!... Gitsen gitsen her yerde Sen!...
Ne kendinden kaçabilirsin, ne biriktirebildiklerinden...

Deniz olsan, dalgan yetmez kıyıya vurmaya... Dalga olsan gücün yetmez kıyıda kalmaya!.. Gelir arkandan senden büyük bir tanesi, sürükler, alır götürür yine geri...

Taş olsan taşlığından utanırsın, fırlatıp atamazsın kendini kıyıya, gömülemezsin bir kum tepeciğine, saklanamazsın, saklayamazsın kendini...






Alsan götürsen seni, bir bilinmez dünyaya katsan aşını, tuz olmazsın içinde, dağ başlarında akan su olamazsın bir damlacık bile nehre karışabilen, gitsen gitsen tat olmaz aşında...
Nereye gitsen, seni götürürsün, kaçamazsın kendinden...

Seni sen kılan, senden başkası değil aslında... Kim bu götürdüğün yanında? Ne sana benziyor,  ne senden başkasına, bir başka ben taşıyorsun yüreğinin her atışında... Biriktirdiğin ve taşıdığın yük senden başkası değil... Nerede başlayıp nerede biteceğini bilmediğin bir hayat yaşadığın...




Düşün ki sıyrıldın içindeki ve dışındaki bütün kalabalıklardan, yürüyorsun, yön belli değil, sokak belli değil, yürüdüğün yol, belirsiz...  Belirsizlik deryasında yüzüyorsun; yaşarken, ölüyorsun... İstediğin böyle bir şey miydi, böyle bir şey mi sevgide aradığın, kendini sevmek dediğin böyle bir şey mi, yol boyu yanında yürüdüğün yalnızlık sana mı benziyor, yürüdükçe bulacağını düşündüğün şey hep bir başkası, değil mi?...
Başkalarında yitip, kendinde tükeniyorsun hep... Nereye gitsen kendini de götürüyorsun aslında...





Git gidebildiğin yere, çılgına çevireyim desen de ruhunu, dingin bir ruh değil seninki!... Dinginlik de senden değil ki...!
Sana yakışmaz düz yolda koşmak, sana yakışmaz sokak arası yalnızlığı!... Hiç yakışmadı ki mutluluk, hiç yakıştıramadın ki sana bir güvercin kanadında uçmanın sevincini, hiç bulamadın ki kendini gittiğin bütün yollarda!...
Deniz nereye gitsen aynı deniz, su aynı su, içindeki senden başkası değil!..

Git Gidebildiğin Yere,
Deniz Aynı Deniz,
Su Aynı Su,
Bulanık... !

Götür götürebildiğin yere kadar, bu yürek senin değil!...






ferkul

10temmuz2010

13.42

8 Temmuz 2010 Perşembe

CEVDET


                            CEVDET


Aslında masumiyet elimizde, avucumuzda kalan son şans ve tek cevherimiz... İnsan yaşayıp gördükçe, anladıkça en yakınından başlayarak kaybediyor, kaybettiriyor, kaybediliyor safiyetini... Zamanla anlıyorsun ki hiç masum değiliz... Hiç birimiz masum değiliz, ben de masum değilim, sen de, sizler de hiç masum değilsiniz!...

Uzun bir süre önce mahallemize, karşı apartmanın alt katına taşınan yeni komşuları çalışma ve yaşam koşularının arasında fark etmemiştim... İki yaşlarında bir oğlu olan küçük bir çekirdek aile... İşe gelirken ve giderken önünden geçtiğim balkonlarından'' ferkul, napıyon!.'' diyen minik sesi gülümseyerek esip geçtiğimi anladığım gündü,  dün...
Bütün yıl boyunca hiç aksatmadan, benim her gelişim ve gidişim sırasında usanmadan bütün samimiyetiyle selamını eksik bırakmadı hiç. Ve ben her gün onu duydum, gördüm, bakmadan geçtim...

Sanki farklı bir gündü, kendimden esirgediğim bir kaç sözü ve zamanı kendime hediye edip, kendim için bir şeyler yapmak, kendimi unuttuğum yerden alıp kurtarmak adına yola çıkıp eve dönüşümün hikayesinin bittiğini sandığım bir gün... Geçiyordum, yine o saf ve temiz, hiç bozulmamış sesiyle''  ferkul,  napıyon ''',  el salladı... Gülümsedim cevap verdim, '' Cevdeeet, iyiyim sen napıyonn!''...
Annesi mahcup, bu her geçişte sizi rahatsız ediyor, demez mi!..  ''Hayır !'', dedim, ''ben Cevdet'i seviyorum!'' ..

Sahi ben Cevdet'i ne zaman sevdim, nasıl başladı birbirimize sevgimiz? Neden farketmedim?... Alışkanlığa dönüştüğünü düşündüğüm her seslenişte, her gülümseyişimde bunu neden hissetmedim...Yaşam denilen dönme dolabın içinde bir yukarı bir aşağı inerken, neredeyse bütün gözlerde ve yüreklerde safiyetin kalmadığını düşündüğüm günlerde bile, selam verişteki o canlılık, o sevgi, katışıksız ve karşılık beklemeden el sallayan bu yüreği her gün gördüğüm halde, nasıl umursamazca görmezden geldim?... Hala nasıl insana ve zamana umutsuz, bakabildim?..

Evet ben Cevdet'i seviyorum!... Onun saf, kirlenmemiş elleriyle salladığı o sevgi selamını seviyorum... Bu sabah kalktım, balkona çıktım ve ilk selam veren bu kez ben olayım diyerek karşı balkona seslendim;   '' Cevdeett! napıyooonn !!''  Şaşırdı çocuk, cevap vermedi el salladık ve gülümsedik birbirimize.... O beni görmüştü, benim onu görmemi sağlayan şimdi üç yaşına gelen o saf  yüreğiydi....

Cevdet'i seviyorum ben, evet... Masumiyetini, içtenliğini, sevecenliğini kaybetmesin diyorum... Kimse içindeki o katışıksız insan sevgisini, cana yakınlığını köreltmesin istiyorum... Çok şey mi istiyorum,  Cevdet, Cevdet olarak kalsın, kendini yitirmesin , kaybolmasın çirkinliklerin, yalan dolan, haksızlık, zulümlerin arasında ve yaşam kavgasında dediysem?...   Çok mu istiyorum?..

Zor olan masum olarak kalabilmek mi, masumiyetsiz bir insan topluğunda yaşayabilmek mi?...

Hiç birimiz masum değiliz... Ben de masum değilim, kaybettim masumiyetimi, bunca yalanın, küfrün ve zulmün savaşında... Sizler de masum değilsiniz, hiç biriniz,masum değil!...

Ama masum olanlar var, onlar bizi yaşatacak, bir ışık tutup kürkçü dükkanı misali geri dönmemize vesile olacaklar var, masumiyet dünyasına...

Hepimiz için umut, var... Cevdet varsa, Cevdetleri yaşatabilirsek, çoğaltabilirsek, yaşamak var, sevgi var!...

Çok yaşa sen Cevdet!...

ferkul

07temmuz2010
19.30



21 Haziran 2010 Pazartesi

RESİMSİZ


Canım sıkılıyor
Bugün
 Sen gelsen
Varmışsın gibi
Hep olmuş gibi
Birlikte yaşlanmış
Yaşamış gibi
Derinden ve içinden
Sevdayı
Dostluğu
Kardeşliği...
Birlikte otursak
Bir kaç yudum
İçsek bir bardak çayı
Paylaşırmış gibi
Hayatı
Paylaşırmış gibi
Hüznü
Paylaşırmış gibi
Bir damla gözyaşını.
Paylaşırmış gibi
Kendimizi.
Bir uykuyu
Bir rüyayı
Bölüşür gibi
Anlatsak, olmamışlığı
Anlatsak ikimizi
Anlatsak
Doymasak
Konuşmaya
Doymasak güne,
Bitmese  gece...
Zaman dursa
Dünya dönmese
Ölüm, gelmese...
Unutsak her şeyi...
Bir an
Olsa
Olsak birlikte
Sevda bizim
Aşk bizim
Dostluk , bizim
Bizdedir en doğru yalanlar
Bizdedir  hayatın tüm gerçeği
Desek...
Desek ki
Bütün baharlar bizim
Bizim doğan güneş
Bütün dolunaylar bizim.
Sen olsan
Gelsen şimdi...



Canım sıkılıyor bugün.
canım
Cansız bugün...
Yudum yudum
İçsek hayatı
Sayfa sayfa
Okur gibi bir kitabı...
Sen olsan
Olsa sevgi
Sende doğsam
Senle çoğalsam
Sevgi varsa
Hayat buysa
Sen, olsan
Gelsen şimdi.
Canım sıkılıyor bugün...


ferkul

12nisan2010

6 Haziran 2010 Pazar

Hayal Mi, Gerçek Mi_?


UYANDIM SABAH İLE...

Sabahın en erken saati; güneşin doğma, tanyerinin ağarma vakti... Kırmızıya çalıyor göğün rengi, doğan güneşle, uyanıyor sabah... Bir mucizedir benim için sabahın bu saati, ve akşamüstlerinin  gurubu... Gözlerimi açıyorum bir meltem rüzgarı dokunuyor hafifçe yanaklarıma... Gülümsüyorum... Gülümseyerek uyanmak ne güzel şey!... Yıllarımı aldı donuk bir yüzle sabah aynalarında gördüğüm kadına isyanım... Perdeyi aralıyorum hafifçe, camlar boydan boya yere kadar olunca sanki dışarıdasın hissini veriyor.... Odanın içinde koca bir  deniz.... Birdenbire karşımda mavi dalgalar, uçsuz bucaksız; günaydın diyor... Günaydın ferkul, günaydın!... Yıllara yenik bedenim bu saatte yorgun, ama bu sıcak günaydın sesi, diriltiyor, canlandırıyor, bir dalga olup karışasım geliyor enginlere... Maviliğinde kaybolmak, dalgasında köpürmek... Bir dinginlik hissi, bir huzur, bir yaşama sevinci yüreğimin ta derinlerinde... Hissediyorsan, varsın, yaşıyorsun...

Acele ediyorum, gurubu kaçırmamak lazım, dosta ihanet etmemek lazım!.. Hemen çayın altını yakıp çıkıyorum teresa... Kocaman bir teras bu, kanepemi, sallanan koltuğumu koymuşum, akşamdan kalma romanım koltuğun üstünde yayılmış sereserpe... Bir tembel keyfi, ya da ne denir, keyf_ehli terasım... Tam onunla konuşmak,  göz göze gelmek için hazırlamışım balkonu... İşte karşımda, anlatacak ne çok şeyim var, ne çok dert yanışımı, ne çok birikmişliğimi dökmek için yıllara sığdırmışım, bilse kaçar mı, kaçırır mı gözlerini benden?.. Bilmiyorum... İlk kez karşımdakini değil, kendimi düşünmek sayfalarca bir kitap, bir roman yazar gibi içimi dökmek istiyorum... Bazen bir ağaç, bir dalga, bir resim yeter dost bir nefes olmaya, can olmasa da, koşulsuz dinler seni... Dinlesin beni dostsa... Ben bu kadar beklemişken onu, yıllarca kıskanmışken ona yakın olanları, bulmuşum, kaybeder miyim?... Kaybedilmesine izin verir miyim?... Kim beklemiş benim kadar?... Kim sevmiş, kim sevdalanmış bu kadar köpüren dalgalarına?..


Demlenmiş çayım, altını kısıp bir bardak alıyorum, hemen geçiyorum karşısına ... Radyoda bir karadeniz türküsü... ''Ben seni sevdiğumi da dünyalara bildurdum... '' Dalıp gidiyor gözlerim dalgalara karışıp, dönüp geri geliyor, kıyıya çarpa çarpa... Diyorum bu huzur, bu saadet!.. Bu kadar zor muydu, bir hayali gerçekleştirmek, hayal olmasından çıkıp gerçeğe dönüştürmek, yaşamı yönetebilmek, suya salar gibi geçmişi, salıvermek akan suya kendini?...

Ve, yürüyorum, çıplak ayak sahilde, kumlara bir batıyor, bir çıkıyor ayaklarım, sabah olmasına rağmen sıcak kumlar, etrafta kimsecikler yok.... İlerden, taa ilerden bir köpek koşarak geliyor bana doğru... Başka yer ve zaman olsa, kaçacak yer arardım, gülümsüyorum, el sallıyorum köpeğe, belli ki benim kadar sevdalı bu denizli sabaha, köpüren dalgalara atıyor kendini az yaklaşınca... Yıkanıyor, boğuşuyor, sevişiyor sanki denizle...Uzun süre izliyorum, ne güzel bir sabah bu, ne güzel bir aydınlık hissi yaşamın tam ortasında!...
Ne güzel bir duygu bu deniz sabahı!...

Sabah yürüyüşünün  sonunda, hala kaynayan çayım beni bekliyor, bir dilim karpuz, peynir, zeytin ve kızarmış ekmekle kuruyorum soframı.... Ve hala karşımda deniz, hiç bir yere gitmiyor, hiç üzmüyor,  hiç kıskanmıyor, hiç ayıplamıyor, hiç kızmıyor, kızdırmıyor, öylesine duruyor orda... Bakışıyoruz, dalgın, hüzünle karışık bir yalnızlık hissiyle de kaplansa ruhumuz, bu duygu güzel!... Sanki bunun adı mutluluk mu, diyorum... Cevapsız kalsa da sorum, uzaktan gülümsüyor bana en kadim dostum... Dalgaların sesi, sanki kalbimle birlikte çarpıyor kıyıya... Vefalı bir dost gibi, sıcak bir göz gibi, o bana benden yakın, ben ona ondan yakın...

ferkul

06haziran2010
00:39

25 Mayıs 2010 Salı

ŞEHR_İ ŞİİR




ŞEHR_İ  ŞİİR

Sana hiç bir tepeden bakmadım İstanbul,
Hiç bir kaldırımında yürümedi ayaklarım,
Boğazın kenarında bir çay bahçesinde
Yudumlamadım hiç bir bardak çayını...
Güvercinlerine simit atmadım
Dar vakitlerinde sabahlamadım
Hiç konuşmadık gündüz vakti bile
Göz göze gelmedik hiç seninle...
Bir sabah güneş doğarken
Akşamüstleri veya bir vapurda
Karşılaşmadı bakışlarımız bir martıyla...
Hiç bir gün batımını yaşamadım denizinde
Hiç bir gökyüzü, toprağı ,baharı, kışıyla
Böylesine büyülü, değil!..


İstanbul, büyük aşkım
İstanbul, benim dediğim
Yar, dediğim, can bildiğim
Hiç bir dalgasında kaybolmadığım şehir
Hiç biri, hiç bir tanesi bile
Senin kadar sevilmemiştir...

Sana hiç bir tepeden bakmadım İstanbul;
Adalarında faytonlarına binmedim
Hiç bir camiinde selam durmadım Rabbime
Hiç bir güneşinle ısınmadı yüreğim
Hiç bir yalnızlık yaşamadım kalabalığında...
Hiç düşümde görmediğim yarim
Hiç bir yaşamamışlığım
Yaşatılmamış gerçeğimsin...
Görmeden bildiğim
Seni uzaktan seven bir yar gibi,
Seni gerçekleşmemiş hayal gibi,
İçimde yaşattığım,
Büyümeyen çocuk gibi
Geç kalınmış mevsimlerde yaşatırken
Bakir bir kadın gibi,
Orda kal, büyüme...
Değişme, değiştirme kendini..

İstanbul, hiç bir tepeden bakmadığım şehir
Hiç bir kaldırımında yürümediğim şiir
Hiç kimse beni sende görmemiştir
Bende senin kadar
Hiç bir şehir,
Hatta hiç bir sevgili
Senin kadar sevilmemiştir...



ferkul

16mart 2010
23:19