Bu Blogda Ara

25 Mayıs 2012 Cuma

Bazen Yürek Yorulur

Açık pencereden gökyüzüne baktı… Bir bulut, geniş ve uzun… Uçsuz bucaksız mavinin içinde nasıl da beyaz, diye düşündü… Nasıl da özgür, temiz, saf… Hangi beyaz renk bir bulut kadar duru, olabilir?.. Kayar gibi, yüzer gibi sıyrıldı mavinin içinden, bir başka maviye karıştı, uzaklaştı… İzlemek galiba içinde olmaktan bile güzel… Hani şu çizgi filmlerde bulutların üstünden bakar ya bir küçük kız, o filmin içinde olmak isterdim aslında hep, dedi kendi kendine… Şimdiyse, izlemek yetiyordu.Halbuki ne çok hayal kurardı eskiden, ne çok renkli düşler geçerdi aklından, yıllar geçtikçe değişen neydi?… Bilemedi… Belki de bilmemek daha kolaydı bazen…

Akşamüstüydü… Yemek kokusu sinmişti mutfağın her yanına… Bir yandan salata yapmalı, bir de çay koyayım, belki yemekten önce vakit bulursam, iki bardak içerim, diye düşündü… En çok aç karnına severdi çayı, demli, şekersiz…

İçeriden gelen seslerle kendine geldi, koştu… Üç yaramaz aralarında paylaşamadıkları bir oyuncak için tartışıyorlardı, gülümsedi… Bir orta yolu bulmak bu kadar mı zor, sevilen için?... Buldu, yarımşar saat arayla sıra sıra oynayın, dedi… Bu çözüm hoşlarına gitti yaramazların, anlaştılar… Kendisinin de hoşuna gitti, hayatın her anında paylaşmayı bilmek ne kadar önemli, diye düşündü… Ne kadar güzel olurdu, başarılınabilinse…

Eyvah, yemek!.. Neyse ki dibi tutmamış, hemen su ekledi… Türlü yapıyordu,  evdeki herkesin en sevdiği yemek… Yanında pirinç pilavı, bir de tarhana çorbası, salatayı da yaptı mı, tamamdı… Pilavı karıştırıyordu bir yandan, çay kaynamıştı, demlenmişti bile… Bir bardak aldı, bir yandan karışan, renk değiştiren pirinçleri izledi… Karıştırdı, karıştırdı… Çocukluğunda yağmurdan sonra ıslanan topraktan yaptığı çamurlu pilavını hatırladı… Ne kadar da büyük iş başarmış gibi, koşmuştu annesine, göstermek için… Kirlenen elleri, dikkatini çekmişti en çok annesinin, çamura, toza toprağa bulaşmış elleri… Hemen yıkamışlardı fena bir azardan sonra, ağlamıştı, pilavını gösteremediği için… Belki gurur duyulmadığı için kendisiyle, yaptığı çamurdan pilavla… Ne çok kirlendi anne, ellerim dedi içinden, senden sonra nasıl da bulandı içim?..Ne çok kirli şimdi görsen, yıkamaya gücün yetecek mi? …

Pilavın suyunu da koyunca oturdu iki dakika, çayı içine çekti sanki uzun zamandır hiç içmemiş gibi, derinden bir sıcaklık yaktı boğazını… İçeriden kahkaha sesleri geliyordu, anlaşma derinden sağlanmıştı anlaşılan, gülümsedi… Bütün gün temizlik yapmıştı, bitmeyen ev işleri, çocuklar, yemek telaşı derken, bir nefes almaya ihtiyacı vardı… Mutfağın kırmızı beyaz fayanslarına takıldı gözleri, canlı, pırıl pırıl bir kırmızı… Beyaz rengi sanki sarıya mı dönmüş ne, dedi içinden, yarın şunları bir güzel silmeli, parlatmalı… Bir yudum daha aldı çayından, bir yudum daha, bir nefes, daha… İçinde sebepsiz bir hüzün, düşünmeyi ve düşündürmeyi becerebilen insanlara özgü bir hassas duygu… Daldı…

Zil çaldı… Gelen kocasıydı biliyordu, kapıyı açtı, bir tereddüt kaplamıştı içini… Bir tedirginlik, nedenini bilmekten kaçtığı bir çok duygudan sadece biri… Konuşmadan içeri girdi adam… Yorgundu, belli… Çocuklar sardı etrafını, sarılamadan, yorgunum, dedi, hadi içeride oynayın… Bazen baba, olmanın anlamı geç kalınmış zamanlarda anlaşılır, dedi içinden kadın… En çok da geç kalındığı zaman, bilinir sevilenin kıymeti… Neden şimdi, değil?..

Geçti mutfağa, daha salata yapılacaktı, soğanları doğrarken eve sinen sessizliğin kokusu, kesilen kahkahaların sesi yaktı en çok genzini… Gözleri yaşardı, ama damlamadı yüzüne yaşlar, yüreğine aktı…
Özenle kurdu, sofrasını… Güzel bir akşam yemeği için hazırdı her şey… Kokusu bütün evin içinde… Sıcak bir tarhana çorbası tabaklarda… İştahla yediler, yemek güzel olmuştu sahiden… Konuşmadan, sabırsız telaşlarla, lokma lokma yenilen birkaç tabak… Sanki konuşulursa bozulacak sessizlik, yerini alacak tartışmanın önlenmesi için ek bir tedbirdi çocuklar için, belki hepsi için…

Dün akşamdan kalan tartışmanın izini sürüyordu adam, küçük bir kıvılcım beklerken, gözleri iğrenir gibi baktı kadına… Anlamıştı çocuklar, kalktılar masadan, odalarına geçip kapıyı kapattılar… Her zamanki gibi, saklandılar… Bağırmaya başladı adam, ne kadar çok ses çıkartırsan, sesini yükseltirsen birine, o kadar duyulmaz sesin, bilmiyordu… Çok şey konuşuyordu, hiçbir şey söylemiyordu aslında… Duymadı ki, hiç bir ses duymamış gibiydi, düşündü o söylenirken, haykırırken, söylerken ve saygısızlaşırken, düşünmek bir marifetmiş gibi, susmak her şeyi çözermiş gibi…

Çözdü, bazen bir küçük söylenmemiş sözcük bile sessizliği yaratabilirdi… Dindi fırtına, mutfak ona kalmıştı… Topladı masayı, kirlenmiş tabakları yıkadı, defalarca ,döndü, dolaştı, yıkadı… Her şey yerli yerinde, temizlenmişti, ellerini suyun altına koydu, sabunladı, sabunladı, bir türlü yağ lekesi çıkmıyordu ki, suyun altında pörsüdü parmakları, üşüdü akan suyun altında, hissetti… Kapattı çeşmeyi…

Hala akşamüstünden kalan çayın altını yaktı, suyun kaynamasını izledi bir süre, demliği üstüne koymadan… Önce ısındı su, sonra kabarcıklar oluşmaya başladı, sonra bir ses çıktı, akan suyun sesinden farklı bir sesti, tiz… Sonra fokurdamaya başladı demlik, neredeyse taşacaktı, kıstı altını, müdahale etmeliydi, taşmasını önlemeliydi ki çayın demi güzel olsun… Ve kaynayan su, buharlaştı, buharlaştı, işte, şimdi demlenmenin zamanı, gelmişti… Demledi çayını… İçeride sakinleşmiş film izleyen kocasına götürdü ilk bardağı… Sonra kendisine kattı bir ince belli bardağa… Balkona çıktı, serinleyen havanın rüzgarını yüzünde, beyninde hissetmek için… En çok da bu soğuk hava getirebilirdi seni kendine… Üşüyen parmaklarını bardağa sardı, ısıtsın diye… İki eliyle sarıldı bardağa, bir yudum aldı, bir yudum daha… Gökyüzüne baktı, özgür bulutu kayıp gitmişti kimbilir hangi evin bacasının üstünde kayıyordu, kimbilir hangi kadın, ne düşünerek onu izliyordu… Daldı gecenin sesine, yıldızlar ne kadar çoktu… Annesi düştü aklına… En çok da seni özledim anne, dedi içinden, en çok da sana yanmayı, kırılmayı, dayanmayı… Annesinin bir tanesini…

Fırlattı attı bardağı yetebildiğinden çok uzağa… Bazen bir bardak kırılır, bir yürek yorulur… Bir can, gider, canından…
 Bir damla düştü gözünden…

İçeriden seslenildiğini duydu, adını duymak ne kadar ağırdır bazen, bir tokattan bile ağır…

Meyve zamanıydı, hazırladı, çocuklar, tüm aile toplanmıştı, gülümsedi…
Herkes gülümsedi…

Gün, bitmişti…


ferkul
12mart2012
Perşembe
00:41

20 Mayıs 2012 Pazar

KIRK DÖRT YAŞINDA BİR : ferkul

(resim alıntıdır)



Kırk taş büyüttüm içimde... Kırk renkli, irili ufaklı  taş... Her yıla birini sığdırmış, her rengi o yıla boyanmış, kırk taş attım denize... Deniz de denizdi hani, hiç almayayayım demedi, atma, tut elinde, sakın bırakma, demedi, yutuverdi taşımı...Attım gitti, uzak dalgalara savurdu taşlarım kendini, kayboldular...Sanki hiç elime almadım, sanki hiç boyamadım, hatıraları serpmedim üzerlerine, sanki hiç biri benim dediğim değildi, sanki hiç benle ağlamadı, benle gülmediler, sanki hiç benden değillerdi, her bir rengi, beni yaşatmadı sanki...Kendiliğinden kayıp gittiler elimden... Tutup sımsıkı, bırakmayayım dedikçe parmaklarımı acıtırcasına kaçarken, kaçışları bendendi sanki, ne yaptıysam, nasıl bir hata yaptıysam kalmaları için, neyi yapamadıysam?...

Kırk taş büyüttüm içimde her bir yıla sığdırılmış kırk renkti, boyası silindi, denize attım, gitti...

Kırk kuş uçurdum gökyüzüne, salıverdim özgürce, kimisi serçeydi, kimi güvercin, kimi kartal, kimi atmaca, kimi muhabbet, kimi leylek, kimi karga... Hırçın yıllardı, beceriksiz, tecrübesiz, kendini bilmez kuşlara verdi kendini günlerim... Uçmak için, soğuk kış günlerinde ısınmak, sabah güneşinde haykırmak için, bir başka ele konmak için, toplu halde uçup gittiler hepsi... Minik ağızlarında kırk taşım, onları da getirdiler, geri götüremeden attım denize... Vermedim geri emanetlerini... Şimdi hangi kuş yılındayım, hangi mevsimde uçurucağım yine elimden kayıp gidecek, hangi kuş mevsimi son, diyecek, kimbilir?...

Kırk yıla bezedim bedenimi... Kırk uzun yılda harcadım nefesleri, güllere bezedim, kırmızı, sarı güllerle süsledim,güzel koksun diye, iyilik olsun diye her seferinde yanılsam da, yeniden harcadım, bir solukluk yaşamda neye bu kin, kavga diye, güzel olan ne varsa kendimden bildiğim, sergilemeye çalıştım kırk yılda...Kırk uzun yolda yürüdüm, dikenler , yabani otlar kesse de önümü, her bir yolda bilendim, her bir çetrefilli yol öğretti bana kendimi, benliğimi kırkıncı yolda buldum... Sandım mı ki?.. Nedir gerçek, nedir yalan?..Ben miydim yollarda yürüyen, yollar mıydı beni yürüten?... Belki de bundan sonraki yıllarda bulacağım ferkul diye birini.?.. Hiç tanımadığım biridir belki kendisi, belki kırk yıllık dostum, beni benden alan... Var mıydı, sorgulayacağım her seferinde, her bir yaş dönümünde eksisiyle artısıyla, gidenden çok geleni, gelenden çok gideni, hesaplamakdan yorgun düşmüş yılları yazacağım...Zaten ne zaman becerdim ki problem çözmeyi, ne anlarım matematikten?.. Çözen gelsin,buyursun, yazsın...Hangi işlem çözer bu matematiği?.. Sonuç belli gidilen yol, belirsiz....Kırk kere bir etti sıfır...



(Kırk yaşımın şiiriydi, kırkdördü de yazmak isterdim ama;kırkla geçip gitti taşlarım, azalmadı, çoğaldıkça ben de bittim...)







ferkul
15.05.2008