Bu Blogda Ara

31 Ekim 2007 Çarşamba

TAK_INTI


Sanırım ben hastayım, bütün bana benzer kadınlar içinden bir tanesiyim, ama bambaşka bir rahatsızlığım var... Temizlikten öte, bir şey bu, herhalde biraz da simetriye giriyor. Her şey yerli yerinde ve düzenli olacak. Kimi günde bir milyon kez elini yıkar, kimi evden çıkmadan defalarca ocağı kapattım mı, ütünün fişini çektim mi, kapıyı kilitledim mi’ lerle doldurur yaşam denilen avuntusunun boşluğunu... Benim ki de çok farklı; Yerli yerinde olan yerler hep ıslak olmalı, silinmeli günde bir çok kez. Geçen hafta en çok sevdiklerim misafirimdi, yine döndü durdu devran… Varlıklarıyla sevindiğim, nefesleriyle evimin duvarlarını bile güldüren bu insanların yanında bile yapmaktan kendimi alamadığım bu davranış hasta olduğuma kanaat getirmeme neden oldu. Bir kez olsun silinmese kıyamet mi kopar? Kopar gibi sanki, illa ki de silinecek… Boşa zaman ve emek kaybı aslında, bildiğim halde vazgeçemediğim bir tutku gibi bu temizlik… Ne yapmalı, nasıl vazgeçmeli bilemiyorum ama, yaş ilerleyince bu mükemmeliyetçilikten eser kalmamalı, bırakabilmeliyim en azından, yoksa iyice yıpratıp bitirecek insanı gün geçtikçe kemiren bir hastalık gibi…

Vazgeçilmeyen ve vazgeçmeyi isteyip de yapamadığımız milyonlarca alışkanlığımız var hayatta… Bize hayatı dar eden, yaşamayı zorlaştıran, daha keyif verir halde olması gerekirken yorucu bir koşuşturmacanın içine iten… Halbuki hayat o kadar kısa ki, göz açıp kapatıncaya kadar derler ya, sahiden o kadar… Bir ucundan tutup kaldırmalı hayatı, kendi elimizle zorlaştırmadan kolaylaştırmalı ki mutluluğu ve sağlığı içinde yakalayalım… Hiç bir boşluk, takıntılarla dolduralamayacak kadar bizden güzel olan bir çok parçaları çalıp götürmemeli, buna müsaade edecek kadar önemli değil aslında…

Başlamak, başarmanın yarısıdır, derim her zaman… Bu gün başlayalım, ertelemeden bayanlar!.. Hemen , şimdi bırakalım ütünün fişi takılı kalmış mı, elimiz yıkanmış mı, ocağın altını kapatmış mıyız, yerleri bir milyon kere silmiş mi’ yizleri, kendimize küçük bir zaman, küçük bir an ayıralım, dışarıya çıkalım, nefes almayı bizden başka kimse, bizim yerimize beceremez çünkü… Kendi boşluğumuzu bu gibi avuntulardan çok daha güzel şeyler var , doldurmak için, onları bulmak arayışıyla harcayalım zamanımızı. Nefes almak, ancak bizim başarmamızla mümkün… Sizler olmadan, ben olmadan, o pırıl pırıl yerler, ocak ve ütüler, evler de olmayacak çünkü… Yaşam da bizim, takıntılarımız da. Onlarsız da yaşayabileceğimizi gösterelim bir an önce…

Yalnız, ben son kez yerleri sileyim geleyim....:))))))))


ferkul
31.Ekim 2007

25 Ekim 2007 Perşembe

ANLAMIYORSUN




Sensiz

Yoksul bir çocuğum şimdi

Ben garip

Gece garip,

Yükledim geceyi koynuma

Yorganı çektim boynuma

Üşüyorum


Yıldızsız bir geceyi düşlüyorum

Yağmursuz topraklara düşüyor yolum

Sensiz sabahlara uyanıyorum

Uzak ufuklara serdim yüzünü

Artık, seçilmiyorsun

Susuyorum…

Sustukça kıyametim oluyorsun,

Sende bitiyor sonum

Görmüyorsun...


Kelimeler boğazımda düğüm

Çözülmüyorsun,

Bir çocuğun gözlerinde

Kayboluyor umudum

Ne yazsam, ne söylesem

Anlamıyorsun...



ferkul
ekim
2007

18 Ekim 2007 Perşembe

Belki de yaşamdan beklediğin her şey, burada, bu kelimeler arasındadır, kimbilir?...




Yazmaya Dair,



İlk başlarken kendim için, diyordum, yeniden yazmanın, başlamanın mutluluğu yeterli, bu huzuru, bu ince köprüyü kurmak hayatıma bir anlam katacak, başarmanın yüceltilme duygusu bana yeterli diyordum… Her zaman kanaatkar bir insan olmama rağmen yazmakta bunu başaramadım sanırım… Başladım, devam ettikçe duygular başka yönlere kaydı sanki… Yazdıkça yenileniyor, her konuda, her cümlede yazacak bir yön keşfetmeye çalışıyor buluyorsunuz kendinizi… Hele de bir konuya, düşünceye odaklandıysan bir hayalet gibi beyninde kurtlar dolana dolana sarıyor sayfalarını, günlerini, düşüncelerini, beynini kemirir oluyor yazacakların, ister istemez… Nasıl yazsam, ne yazsam, çok güzel olmalı, çok okunmalı, beğenilmeli, beğenildikçe büyümeliyim düşüncesi, yazdıkça büyümenin hırsı ve arzusu kelimelerinin arasında hapsediyor yazılarını… Kendim için_leri aşan, özgürce yazmayı sınırlayan bir şey bu… Belki de ben yazmaya başlayınca dünya sallanacak, yazılarımla bir depremi yaşatacağım duygusu ve bencilce düşünceleri kapladı mütevazi düşüncelerimi… Halbuki ne yer sallanıyor, ne de gökte bir kıpırdanma var… Bu, insana has bir duygu da olsa, herkesin başına gelebilir, her insan ister bunu, deseniz de bu konumdan memnun olmadığımı söylemeliyim… Çünkü yazmak öyle bir şey ki, olağan, sıradanlığı yaşatan bir eylem olmalı, bir akıntıya atmalısın kendini, ama kurtarılmayı beklememelisin. Yazdıkça kendini yenileyen ve akıntıdan kendi çırpınışlarınla bir dala tutanabileceğin bir sel bu… Her yağmurda yıkanan, arınan bir saflık duygusu olmalı… Yoksa sahteciliği kelimelerin arasından kurtaramazsın… Yazmak bencilliği sevmiyor çünkü, hapsi sevmiyor, dünyada en çok özgürlüğü seven olgu bu yazma eylemi… Kelimelerin hapsi müebbet bir susuşa, arada bir de görüşe çıksan da, güneşe uzaktan bakmaya itiyor gitgide. Ne yazarsan yaz, istediğini aktaramıyorsun elinde olmadan, doğallığı kaybediyorsun çünkü… Saflığını kaybettikten sonra da yazdıklarının bir anlam taşıması mümkün değil… Tıpkı yaşamdan saydığın her an gibi, gerçekten hissetmedikçe yaşamış sayılmazsın çünkü… Yazmanın tutkusu ise ne aşka benziyor, ne evliliğe, ne sadakate, ne de kendine ihanete… Nasıl etmeli, ne yapmalı da bu hapsi özgürlüğe çevirmeli bilmiyorum ama, bunu da aşabileceğimden eminim… Hangi geçilmez köprüleri geçmedim ben, hangi ferkul’ u yenmedim ki… Bunu da başarabilirim, eminim…

Bir çok ferkul var yüreğimde ve beynimde hapsolmuş, sokağa çıkmamış, gün yüzü görmemiş. Neresinden başlasam dikkat ediyorum, hep aynı noktaya odaklanıyor sonu… Yaşam, umut… Bu konuda bir eksiğim mi , fakirliğim mi var kendimden bile sakladığım, bilmeyerek her yazıda önüme çıkan bir sürpriz gibi, beni de şaşırtan bu iki kelime bazen kendime bile yalan mı söylüyorum düşüncesini doğruyor… Öyle bir fukuralık ki bu, zenginlik içine gizlenmiş gizli bir fakirlik kelimelerin arasından çıkıveriyor birden bire önüme, ağzımdan kaçıvermiş de söyleyivermişi ’i yaşatan… Öyle bir şey ki, değişmeyi ve değiştirmeyi özleme dönüştürüyor cümlelerim…Belki yaşımla alakalı, nasıl gençlikte bir deli_kan taşıyorsak, kırklı yaşlarda da sönmeye yüz tutmuş bir alevi canlandırma telaşı , hevesidir, kim bilir?..

Yazmaktan ve yaşamaktan yana ne varsa bildiğim, bilmediğim, sayfalarımla, tek parmak klavyemle paylaşmak, kelimelerin akıntısıyla birlikte belki kendini aramak her cümlenin noktasında aynanın karşısında görmek kendini belki de, gerçek yazmak bu... Kalemden çok, yazının rengi önemli sanırım … Belki de yazmak bu, keşfedemediğin her şeyi, gizlenmiş bir gerçek kimliği gözler önüne özgürce serebilmek, yüzünü makyajsız haliyle harflerin arasından çıkartabilmek olgusu… Gerçek yazarlık nedir, ne değildir, bilmiyorum ama, yaşamadan bile, yaşamışçasına yazdığın her konudan önce kendini yenilemek, yeniden başlayabilmek, sıfırdan başlamış, başarmış bir insanın gururunu hissettirmek, yenidenliği en baştan yaşamak, yaşadıkça ortaya koyuvereceğin bir benlik galiba… Her yazıda karşına çıkansa, içindeki gerçek kimliğin… Saklayamayacağın, saklanamayacağın tek yer kendinden kattığın her cümle çünkü… Yazdıkça, yaşamak, okundukça, yaşatılmak duygusu her şeye değer aslında… İrdelemeden, düşünmeden atılacağın, korkmadan, gözünü kapatmadan atlayacağın bu sel, nereye götürürse götürsün seni, istiyorsun…

İstekler ve umutlar bitmeden, ne yazabilsen yaz, gerisi gelecektir…

Belki de yaşamdan beklediğin her şey, burada, bu kelimeler arasındadır, kimbilir?...




ferkul

05 ekim 2007

9 Ekim 2007 Salı




SEN GELSEN,


Gitmesen hiç yüreğimden

Yine öyle baksan bana

Yine mahzun,

Hep yine sevdalı,

Söz versen,

Yıllara rağmen

Değişmesen.


Işık olsan gözlerime,

Dua olsan sözlerime,

Derman olsan dizlerime

Sen olsan.

Şimdi gelsen,

Hemen gelsen,

Sen , gelsen…


Olmazları ol_dursan,

Yeşersen, kurumuş toprağa rağmen

Fidan olsan ,salkım saçak , büyüsen.

Sana uzansam...

Dağlara , yollara rağmen

Hiç beklemezken, aniden

Herşeye rağmen , sen

Sana rağmen, Gelsen....

Şimdi gelsen

Hemen gelsen,

Sen, gelsen...


Yoluna can olmaz mıyım

Dağlarına kar olmaz mıyım

Gözünde yaş,olmaz mıyım

Başına taç,olmaz mıyım,

Sevdana kul, olmaz mıyım,


Sen gelsen,

Hemen gelsen,

Şimdi gelsen

Sen gelsen…





ferkul



28 eylül
2007

4 Ekim 2007 Perşembe

ALTI KÜÇÜK YÜREK


BENİM BALONLARIM VARDI

ONLARI KİMLER ALDI?..

Bayramları sevemedi hiçbir zaman... Bayramlar güzel günler getirmezdi ki hiç… Ne ondan bir parça olabildi, ne sevinçten bir tutam olan günlere dönüşebildi bayramsız bayram sabahları . O sabahlarda yaşanırdı, niyeyse ve neden’ selerin i bilmediği, şimdi bile anlayamadığı o yüksek sesli, büyük kalabalık kavgalar, kırgınlıklar… O sabahların getirdiği hüznü, altı küçük yüreğin sessizliğini kim anlayabilirdi ki, kırık dünyalarını?.. Düşündü kadın geçmişi tartmaktan öteye gelinen noktaya takıldı düşünceleri… Büyüklerin bayramı böyle olur sanırdı, büyükleri her şeyin en iyisini yapar, bayram sabahlarının o çocuksu sevincini çalmayı da biliyorlarsa, vardır bir bildikleri, demişti o yıllarda… Kırgınlığı, kini, öfkeyi ve kırılmışlığı tanımıyordu o zamanlar, çıkar nedir, ne değildir, nerede ayrılır sevenler, nerede kopar hiç kopmayacağını sandığın zincir, nereden incelir o sağlam sicim, henüz öğrenmemişti… Altı küçük, saf ve temiz yürekten biriydi o zamanlar. Altı sevgi yumağı, altı küçük sessiz yürek… Birbirlerine bağlıydılar, ne kadar olumsuz şartlar altında da olsa, bağlanmayı, hatayı, hoş görmeyi, kin tutmamayı biliyorlardı… Sadece kendilerine sarılmayı, inanmayı ant içmiş gibiydiler, hiç konuşmadan, sözleşmiş gibi, vazgeçmemecesine, ne olursa olsun… Altı kardeş birbirine kenetlenmiş söylenmemiş bir çok sözlerle susarlardı o bayram sabahlarında, konuşanlar duymazlardı küçük yüreklerin sessizliğindeki çığlıkları, isyanı… Sesleri çalınmış altı küçük çocuktular, gözlerinde korku ve sevgiyle konuşurlardı, suskun sabahlarda… Ve kıyamet biter, ne zamanki başlardı el öpmeler, gecikmiş yürek kurtarma çabaları, bayramların anlamını çözmek için uyanırdı hepsi, bir kabustan uyanır gibi, yeni bir sayfa açar gibi… Kayboldu, diye düşündü kadın, yıllarla birlikte sessiz sabahlarını yaşasa da, yine de sevememişti bayramları… Ondan ve sevinçten bir parça olamamıştı, çalıntı bayramlar…

Herkesinki gibi bir bayram telaşları yaşanırdı oysa, onların evinde de. Bir kaç
hafta öncesinden alınırdı kıyafetler, sanırdı ki hep bayramlar içindir, güzel giyinmek, süslenmek… Kalabalık bir ailede yaşıyorsanız alışverişiniz de kalabalıktır, çoğu zaman sessizliğiniz de… Hatırlayarak gülümsedi kadın, temiz ve yeni kalsınlar diye annesi giymelerine izin vermezdi bayramdan önce, bir kenara kaldırılır, bayram sabahını bekletilirdi giysiler… Eksik olmazdı hiçbir şeyleri, gözlerindeki fakir bakışlar dışında… Yine de çocuksu bir sevinçle, annenin bir yerlere gitmesi beklenirdi, çıkardı giysiler saklandığı yerden, defalarca giyilip, çıkarılıp, geçilirdi aynanın karşısına… Hani bir bayram sabahı komşunun biri dört kız kardeşin bayramlıklarıyla salındığını görünce ’ne güzel olmuşsunuz siz?’ demişti ya, onu hiç unutmadı kadın… Bilmiyordu ki ne kadar güzel olduğunu, kimseler söylememişti böyle, sevgiyle… Düşündü kadın, altı kardeş ne güzeldik sahiden dedi o yıllarda, o sesli bayramlarda bile, ne kadar da parlardı gözlerimiz ışıkla, sevgiye açık bir kalple, barışla, ufka bakardık hep, el ele… Birlikte olmak ne çok kıymetli bir hazineymiş, o sabahlara uyanmanın bile ne çok güzelliği varmış, diye düşündü… Ne kadar geç fark ettiğini, kalbindeki güzellikleri, iyiliği ve umuttan yana ne varsa paylaştıkları çok geç anladığını hissetti birden, hayıflandı… Meğer o yüksek sesli bayramlar , kardeşliğin ne demek olduğunu o zamanlar bildirmişti altı küçük yüreğe, şimdiki büyümüş kocaman yüreklere inat, bağlılığın ne olduğunu o zamanlar biliniyormuşuz meğer, dedi kendi kendine… Şimdi ne o sesler kaldı yürekleri konuşturan, ne de o sevgiden altı kenetlenmiş yürek …

Bayram sabahları uyumak için değildir derdi annesi, erken kalkılmalı, ortalık toplanmalı, bulaşık falan varsa ortada yıkanmalı, herkes namazdan gelmeden önce. Yoksa şeytan yalar tabakları derdi, kendince bir inanışla… Erken kalkılır ve yüksek sesli kırılmışlığa hazırlanırdı çocuklar… Şeytan bulamazdı belki yalayacak kirli tabak, ama anne, o kirli sesleri kim temizleyecek hatıralarımızdan, diye isyanla haykırmak istedi düşünürken kadın… Kim verecek çalınmış bayram sabahlarımızı bize geri?.. Erken de kalksak kim toplayacak kırılmış yüreğini senin, benim, altı küçük yüreğimizin?...


Şimdi büyüklerin sessizliği hüküm sürüyor o evde… Altı yürek büyüdü, büyüdü, kocaman bir ağaca döndü, dal sardı, budak sardı. Döküldü yaprakları toprağa, savruldu birbirinden çok uzak dünyalara… Üşüdü birden genç kadının yüreği, yoksun kaldığını düşününce bağlılıktan, sevgiden, sessizlikte bile, o şimdi yoksun kalınan saf yüreklerin yerini hiçbir şeyin alamadığını anladı ve üşüdü yüreği… Ağır geldi zamana, taşıyamadı benciliği bedenleri, kaldıramadı temiz, çocuksu altı yüreği, kirlendi dünya, şimdi çığlık çığlığa bir sessizlik hüküm sürüyor bu sefer büyüklerin yüreğinde… Kendine döndü insanlar, kaybolan hayaller arasında gözleri seçilmiyor şimdi, karanlığa karıştı, görmek zor, diye üzüldü kadın, üzülmekten medet umarak, çaresizce… İnsan olmak , büyük olmak bu galiba dedi, büyümenin başka türlüsü yok mu?..

Düşüncelere daldı, isyan etti kendi kendine, sitemler boğazında bir düğüm, cümlelere boğuldu kelimeler… ”Nereye gittiler?.. O safça, kimseden sakınmadan, gücenmeden, birbirimizi yitirmeden, kırsak da parçalamadan yaşadığımız o büyük seslerin arasında bile kopmayan bağlılığımız? Mavi denizi, hasreti olduğum, parkları ve caddeleriyle o koca şehir mi yuttu, içinde parçaladı dağ gibi kardeşliği? Bu nasıl yutuş ki unutturdu o acının da, sessizliğin de paylaşıldığı bayramları… O bayramlar ki kopması güç bir ilmekle bağlamıştı hepimizi… Hangi bencil madde, hangi kıskanç yürek, hangi insan üstü vicdansız yaşam şartları, birkaç parça madeni cümle güç yetirebildi o altı yüreğin kopmasına?’’ Dedi, hüznü karıştı gözyaşına…

“”Halbuki tam şimdi uçuracaktık belki rengarenk bayram balonlarını… Yeniden konuşabilmek vardı, yeniden çocuksu bir bayramı birlikte, sesimizle konuşturmak vardı… Tam zamanıydı şimdi, yeniden o temiz yeni giysilerle karşısına çıkacaktık komşularımızın… Ne kadar güzelliğimizi haykıracaktı insanlar, biz gülümseyecektik birbirimize yine masumca, ve safça… Başarmanın, birlikte olabilmenin her şeye rağmenliğiyle, böbürlenecektik kendimizle, yalan dünyaya inat, gösterecektik kendimizi göğsümüzü gere gere… Bu kez sesli yürekler susturacaktı yüksek sesleri, bastıracaktı sevgimiz, bastıracaktı bağlılığımız, kardeşliğimiz…”” Diye yüreğinden kopan bir haykırışı susturamadı bu kez

Ve fark etti kadın, özlemişti kardeşlerini, sevemediği bayramlarda kenetlenen o yürekleri özlemişti, umutla konuşan kardeş gözlerin sessizliğindeki barışı özlemişti, kinsiz, çıkarsız, sevgiyle yanan o gözlerdeki kimsede bulunmayan kardeş bakışlarını…

Yine bir bayram, yine bir bayram sabahı… Sessiz bir yüreğin haykırışı, olmuşlara isyanıydı bu… Zaten sevmemişti hiç bayramları altı yürekten hiç biri..



ferkul





10.ekim
.2007

DUVARLAR YIKILMAK İÇİNDİR


DUVARLARI YIKALIM MI?



Duvarlar yıkılmak içindir.Verilen sözler tutulmamak

için,Sevdalar unutmak, umutlar kırılmak için…Bütün

ışıklar karanlığı gizlemek için. Doğrular yalanları,

gerçekler olmazları var kılmak içindir. Yaşamak

ölümü paylaşmak içinse ,nefes almak da vermek

içindir.


Bütün duvarları kendimiz örer, kapatırız insanlarla,

sevdiklerimizle aramızda. Hatırlıyorum da küçükken

annem “ben uzaktan severim çocuklarımı “ demişti

bir keresinde birine.Uzaktan sevmek? Nasıl yani ya?

En çok sevdiğine bile belli edemiyeceksen sevdiğini

neye yarar sevmek, canından can katsan bile , neye

yarar ellerinden tutmazsan şefkatinin ?Kar altındaki

toprağı göremedikten sonra sıcaklığını hissedebilir

misiniz ?
Orada olduğunu bildiğiniz halde, bir gün

yeşereceğini , papatya ve çiçeklerle bahara döneceğini

nasıl umut edebilirsiniz?


Nereden de çıktı bu gün bu yazı derseniz anlatayım,

öğrencilerimden Emine Murat’a seni seviyorum demiş.

Sınıfta bir heyecan bir kızılca kıyamet.Sessizliği

sağlamam epey uzun sürdü.Gülüşmeler alaylar, gırla

gecti.Baktım olmayacak hayat bilgisi dersine gectim

hemen.9 kere 8 i bilmeseniz de olur,en çok başarmanız

gereken şey sevdiğiniz birine bunu söyleyebilmenizdir

dedim .Hepiniz Emine kadar dürüst olabilseniz ,ne

olurdu, diye başladım söze.En sonunda karar aldık

birlikte akşam eve gidince herkes bütün sevdiklerine

seni seviyorum desin diye
.
Kaç tanesi bunu uyguladı

bilmiyorum ama ben kendi hayat dersimi çocuklardan

aldım.Sanırım bu dersi 66 yaşındaki anneme vermem

de gerekecek bundan sonraki yaşamında olsun

duvarlarını yıkabilmesi için…


Eskiden beri gülümsetirim kardeşlerimi yakınlarımı ,

Dostlarımı.İçimden geldiği gibi hemen ve sık sık hatta

adeta şimdi bunun sırası mıydı denecek yerlerde

söylememle gülümserler genellikle.Şimdi anlıyorum

ne güzel şeymiş yaptığım… Halbuki kırmak

gerek en fazla içimize yerleştirdiğimiz buzları

eriterek , birden bire bütün samimiyetinizle, uzatıp

bıktırmadan, yıpratmadan sevgiyi, henüz yakamıza

yapışmamışken umarsızlık, 9 yaşındaki samimiyetiyle

bir " Emine" kadar olmak lazım.Dünyamızı yaşanır

kılabilmeniz için,
hepimizin Emine olmak olmalı hedefimiz.


Nefes almak değildir yaşamak.İçindeki sevgiyi

uzaklaştırma kendinden, yoksun bırakmamak için ,

olmazları var kılmak için, her mevsimde bahar

gibiymişcesine yaşayabilmek için,hakketmeseler de

yüreğinin sesini kendi sesinle bastırmadan, önce

benliğimize dürüst olarak haykır sevgini, umut

ettiğini..İsterse kırılsın bütün umutların..Değer bilsinler,

isterse, kırsınlar her parçasını hayallerinin...Bütün

parçalar yeniden birleşmek içindir. Kırıldıkça bütünleşir

insan .En azından ben “başardım “ demek için, bir adım at ilk kez.

“Seviyorum” de can bildiklerine,
canından can çıkmadan…



BİRLİKTE KIRALIM ZİNCİRLERİ


IŞIK AYDINLIK İÇİN

SEVGİ YAŞANMAK İÇİN

DUVARLAR YIKILMAK İÇİNDİR

UMUT HERKES İÇİN....





31.mart2007
ferkul