Bu Blogda Ara

21 Temmuz 2008 Pazartesi

okuduğum kitaplar




FİONA ( CATHERİNA GASKİN)

Geleceği görme sezisi, genç ve güzel bir kızın hayatını bambaşka yönlere götürdü. Çocuk bakıcılığı yapan, basit bir rahibin iki kızından biriydi aslında. Sıradan bir hayatı olmasına rağmen gördüğü birkaç önsezi hayalleri bu yeteneğini ortaya çıkarınca, eski İskoç insanlarının yuhaladığı ve biraz da ürktüğü bir insan oluverdi bir anda bir kaç olaydan sonra... Lanetlenmiş bir kızdı artık onların arasında, ne göze çarpan güzelliği, ne de iyimser karaketeri onların umurunda değildi, istenmiyordu, ve bunun farkındaydı....
Uzak akrabalarından bir mektup geldi günün birinde...Çocuklarına bakıcı olarak kendisinden küçük kız kardeşini istiyorlardı... Ama babası Fiona’yı uygun buldu, hem konumundan dolayı oralardan uzaklaşması gerekiyordu, ayrıca kızkardeşi nişanlıydı ve yakında evlenecekti... Bu yüzden Fiona’nın gitmesi kararlaştırıldı, ve yola çıktı uzun sürecek bir gemi yolculuğu gelecekte olanlara kendini hazırlaması ve düşünmesini kolaylaştıracaktı...
Randfall malikanesine vardığında kardeşinin yerine onun gelmesi, kararlılığı, güçlü iradesiyle evdeki herkesi şaşırtsa da kendisi de onlar kadar şaşkındı... Çağrılmasının nedeni çocuk bakıcılığından öte, evin yaşlı sahibinin gayrimeşru şekilde doğan oğluyla evlendirilmek olduğunu öğrenince daha fazla şaşkınlığa uğradığını hissetti... Yaşlı adam, oğlunun sevdiği kıza aşık olmuş, hırsı yüzünden şimdiki karısı ve oğlunun eski aşkı olan Maria da sırf para ve zenginliği düşünerek onunla evlenmişti.... Evlenince bütün malikanenin yönetim işini de ele almış, planlı bir şekilde kocasını da rom’a ve haşhaşa alıştırmıştı... Nasılsa yaşlı adam kısa zamanda ölecekti, gayrimeşru oğluna zaten miras bırakamayacağına göre, o öldükten sonra oğluyla evlenebilirim diye planlamıştı...
Fiona hemen oradan ayrılmaya karar verse de, İskoçyadayken gördüğü geleceği gösteren, bakıcılığına geldiği Dunca’nın ağlayan yüzü buna engel oldu, kalıp Duncan’ı o gördüğü sahne gercekleştiğinde kurtarmalıydı, inandığı yaradanı onu bu işle görevlendirmişti, bunu derinden hissediyordu, gidemezdi... Kendisi için aday olan Fergus’u görünce aşık oldu... Evde daima birlikte yaşadıkları bir aile dostu da bulunyordu; Alister, Fiona için gerçek bir can dostu olarak her zaman Maria ‘ya karşı onun yanında olmasına rağmen Fiona onun kendisine olan aşkını farketmedi... Maria’dan farklı olan özellikleriyle, iyimserliği, güçlü iradesi, ve sevecenliği ile evdeki herkesin sevgisini kazandığı gibi Fergus’un da aşkını kazandı sonunda Fiona... Veya kazandığını mı sandı ki, Fergus her zaman Maria yı mı sevdi, sorusu kitabın sonuna gelince kafasına takılıyor okuyucuların...
Aslında sadece kitapta anlatılan bu aşk dörtlüsü arasında yaşanılanlar değil, bence kitabın özü o dönemde var olan kölelik, köle ticareti, köleleğin kaldırılmasıyla birlikte köle sahiplerinin yaşadığı korkunç vahşet dolu olaylar... Kölelerin çektikleri eziyet ve mahrumiyetler, bir köle doğurduğu çocuğun bile sahibi olamıyor, biraz büyüyünce sahibi tarafından başkalarına çocukları satılıyor, bunu duymuş muydunuz?.. Ve kitabın sonunda köleler birden serbest kalınca bu vahşeti gerçekleştirdikleri zaman aç ve sefil ortada kalakaldıklarını gec de olsa farkettiler... Bu da ayrı, tarihi ve gerçekten yaşanmışlığı tattıran kitabın bir başka özelliği...
Kitabın sonunda malikanede yaşayanlar köleliğin serbest olmasıyla birlikte kölelerin yaktığı ateş sonucu yanmamak ve ölmemek için kaçıyorlar... Köle ticaretinden kazandığı altın, elmasları bıraktığını farkeden Maria hiç bir şey düşünmeden yanan eve geri dönüyor ve balkonda bir kölenin tacizine ve saldırısına maruz kalıyor.... Yakında evlenecekleri düşünülen Fergus ile Fiona ve Alister uzaktan olanları görünce çaresizce bakarken Fergus Maria, diye haykırarak bir tür intihar gibi, kölelerce çevrilmiş yanan evin içine koşuyor... Maria’yla beraber o evde yanarak ölüyor...
Fiona şaşkındır, üzgündür, ne yapacağını ne düşüneceğini bilememektedir... Sevdiği adamın kendisinden daha çok büyük bir aşkla Maria ‘ya bağlandığını ikisinin de ölümüyle anlamıştır... Bu arada Alister, bütün olanlara rağmen onu sevdiğini , Duncan’la beraber onu da himayesi altına almak ve onunla evlenmek istediğini itiraf eder... Aslında en başta, malikaneye geldiği ilk gün onu sevmiş, Fergus’la olan yakınlığını farkedince hiçbir şey yapamamanın verdiği aczle aşkını içine gömmüştür....

Başlangıc sayfalarında sıkıldığım, daha sonraları su gibi içtiğim, gerçekten heyecan, aşk, duygu yüklü ve kölelikle ilgili bilmediğim bir çok şeyi öğreten, elden düşürülemeyecek ve heyacan dolu bir kitaptı... Catherine Gaskin‘in hiç bir kitabını okumamıştım ve çok iyi tandığım, bildiğim bir kalem değildi.... Sürükleyiciliğle, sonucunda şaşırtmacasıyla,ilginç aşk dörtlüsüyle, köleleğin bilinmeyen yönleriyle okunması ve irdelenmesi gereken bir kitap.... Bitirince yeniden okumak ihtiyacını hissettim... Okumayı seven herkesin zevk alarak okuyacağından eminim, tavsiye ederim...

ferkul
2 temmuz2008

11 Temmuz 2008 Cuma

sor


gökyüzünde
süzülen
kuşlara
sor beni

yüreğimden
dökülen
mısralarda
bul,
beni ...
16.09 2007.ferkul

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Ve umuda




ACIYA AĞIT....


Gün yüzü görmüş çocuklar olmadık hiç bir zaman, günyüzlü olmayı öğrenmedik, doğan güne verip sırtımızı, yürümedik hiç gülen gözlerle... Ay güneşe verirken kendini, ışığına kanmadık, sıcağında kavrulmadık, şefkatinde yoğrulmadık...Yakışıksız bir yaşamaktı bildiğimiz, yürürsün, koşarsın ve hala bitmez yolun... Gide gide kilometreler katatsen de bazan bir bakarsın yolun başındasındır, başa çekersin kendini, yine yeni, ve yeniden...

Ne düşünsen, ne yapsan, ne yaşasan, acıtıyor olanlar, olmuşlara esirlenmek, bile bile teslim olmak... Kanıyor her yanımdan, damla damla, durdurulmaz ve önü kesilmez, pansuman fayda etmez... İçimden geliyor, susturamadığım, durduramadığım, tazeliğinden ödün vermeyen, oluk oluk, fışkıran kırmızı bir kan... Acımak ve sevmek , acıtmak ve kine karışmak,acı ve hüzün,geçmiş ve gelecek, hepsi birden toplu olarak geliyor üzerime, hayata ve zamana yenilmek... Halbuki gün yüzlü olmadık ki hiç, günü karşılamadık ki gülümseyerek... Böyleyken niye dokundu , niye acıyor her yanım?..

Alıştığımız ve kandığımız bir şeydi yaşamak... Yine de kan damlıyor, yaralar her yanımızdan çevrelemiş, kuşatılmışız da, hep mi böyleydi, biz mi görmemiştik, böyle mi olmalıydılara dalabiliyorum hala... Halbuki günyüzlü bir çocuk bile yaşatmamıştım içimde, bütün fırtınalara hazırım, alışkınım sanmıştım, göğsümü gere gere savaşmayı bilirim sanmıştım, sanmalara yenildim, zamana ve kadere, mücadeleden çekiliyorum... Çekilmesen ne olur, kadere ve olacaklara karşı ne yapılabilir?.. Bilebilir miyim kırk yıl düşünsem, çözebilir miyim?.. Olanlardan ve yaşanmışlıklardan güç birktirmişim sanıyordum aslında... Hala nasıl acıyor, nasıl kanayabilir bu kadar coşkunca kırmızı, nasıl akar kanım?...

İçimden geliyor, ya ağlayacağım dokunmadan, ya yazacağım...

Ben yazmayı seçtim, yazmayı yaşamaktan saymışsam, halimden anlar kağıt dedim, kalemi can dostum bildim dedim, bir de klavyem... Şaşırtmaz beni, yargılamaz, sorgulamaz... Bu sefer , bu kez bu yazıyı, bana yazıyorum, süslemeden, sakınmadan, saklamadan, ama biraz cekingen biraz ürkek bir kedi gibi şaşkın, çaresiz hastalıklara ve ölüme yakınlıklara karşı elinden hiç bir şey gelmeden, günyüzü görmemiş yüzleri aynada saklamadan, belki rahatlamak, belki güç bilenmek için, içimi döküyorum... Ben kendimi, kendim yargılarken, belki kalemim konuşur sadece... Hüznü savurur beyaz bir sayfaya kan kırmızı, belki arınırım, belki hafiflerim, belki olan ve olmuşlara gözümü kapatamasam da, bir film sahnesinden çıkmış gibi, geçiverir zor günler, geceler.... Seyrederim el gibi.... Bu mu benim tercihim?.. Böyle bir şey midir kendinden ve hayattan kaçmak?...

Bir mesaj yazdım az önce dostuma, can bildiğim, fikrinden güç aldığım, benden bir kaleme...
Bir odada felç olarak yaşamaktansa ölmeyi planlayan bir babam, ötekinde kalbi yavaşlayan bir annem var, dedim... Hangisinden vazgeçilir, hangisine dayanılır ki!...

Dayan dedi dostum, dayan, kendinden güç alarak yaşa, ve sabır senin silahın olsun... Kuşan, hazırlan ve ağlama, yaz...

Nasıl yazılır, nereden başlanır, nerede bitirilir ve nasıl anlatılır ki, gün yüzü görmemiş ve hatta göstermemiş insanların tükenişi nasıl ortaya dökülür ki?... Sadece kan; gördüğüm, seçebildiğim ve seçilmişliğini kavrayabildiğim, kırmızı ve çoşkun akıyor, kanıyor ve acıtıyor...

Gün yüzü görmüş çocuklar olmadık hiçbir zaman ve büyükler de olamadık günden ve geceden nasibini almış... Bitirelim nerede ve nasıl yaşanmışsa, olduğu gibi, güne açılsın kollarım...

Ve umuda, hala vardıysa ve gitmediyse bir yerlere, haykırırcasına, ara ve bul!...Ben de buradayım!...


ferkul
3 temmuz2008
01.37