Okumak Üzerine Bir Anekdot
İyi bir roman okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Son
zamanlarda çok okuyorum. Aslında benim okuyuculuğum diğer okumak
sevdalılarından çok farklı; aylarca bir tek satır bile okumazken bazen bir
bakarım her günümü, her anımı doldurmuş okumak… Aç bir kurt gibi, tam anlamıyla
deyimi bu herhalde, saldırıyorum her sayfaya… Her önüme geleni, hatta bazen
çocuk kitaplarını bile satır satır okuduğumu farketmeden, bir bakmışım düşmüşüm
okumak denizine...
Çoğu zaman okumak beynimi, benliğimi, tüm yaşamımı içine
hapseden, ağır bir yükmüş hissi de verebiliyor. Çünkü okurken romanın içinde
kayboluyorum. Hayır, sandığınız gibi kahramanın yaşamı üzerine kurulmuş bir
hayal dünyası değil bu benim okuma stilim. Daha çok yazarla özdeşleştiğimi ‘’bundan sonra ne olacak’’ ı yazarın
yerindeymiş hissini duyduğumu kastediyorum. Bu bende çocukluktan kalmış bir
karakter neredeyse. Sanki bütün o romanları,
hikayeleri yazan benim, beynimde ve benliğimde, hatta kitabı hala
bitiremediysem, günlerce, kitabın bitimine kadar, neredeyse de bittikten çok sonra bile, nasıl
sürdürebilir, bundan sonra ne yazabilirimi düşünüyorken buluyorum kendimi. Halbuki
gerçek okur, romanın içinde bulur kendini, kahramanın yerine koyar, onunla
özdeşleşir. Böyle bir okuru olmasını sanırım hiçbir yazar istemez, kendinden
başka romanına ortakçı yazar, olsun kim ister ki?... Nasıl denir, futbol oyununda seyirciyken
kendini hakem görmek gibi bir şey bu…
Bazen okurken, itiraf edeyim, yazarın yaşamışlıklarından,
psikolojisinden, gerçek yaşamından kesitler bulmaya çalıştığımı farkediyorum. Çünkü
biliyorum ki hiçbir yazar, yaşamadığını, hissetmediğini veya hissetmek
istemediğini, hayal etmediğini, etkilenmediğini yazamaz. Bir bakıyorum, bir
paragrafı defalarca okuyor, buluyorum kendimi. Orada birkaç satırın içinde
yazardan bir iz bulabilmek dedektifliğini de üstümde taşıdığımı, hedeflediğimi
farkediyor, gülümsüyorum. Romana vereyim kendimi diyorum, birkaç sayfadan sonra,
hatta okumayı bırakıp günlük yaşamıma döndükten sonra bile, orada okuduğum
birkaç cümleden yaşanmış bir çok psikolojik
detayı, bir trajediyi veya yazarın es geçip saklanmak isteğiyle örttüğü
bir çok karakteri görebiliyorum… Belki
de bu da bir sezgi yeteneği, veya karmaşası… Veya kendimi veremediğime göre
karaktere, gerçek bir okur, değilim ben…
Bir ara kişisel gelişim, psikolojik ve felsefik kitapları da okuyordum. Bu günlerde onlardan çok roman okumak daha
çok ilgimi çekiyor. O kitapları da okurken bir bakardım ki kendimi bu yazar
yazdıklarını kendisi uygulamış mı, yazdıklarıyla özdeş bir yaşam çizebilmiş mi
kendine derken buluyordum. Birazcık araştırırsanız en çok hangi konu üzerinde
yazmışsa, kendi yaşamı içinde çözemediği sorunlara rehberlik edercesine, öğüt
verdiğini hissedersiniz yazarların. Zira yaşamışlıklarından çok
yaşamamışlıklarını, çözümleyemediklerini size öğretme çabası içinde
göreceksiniz onları. Gerçi insanın kendi eksikliğini görebilmesi, hatalarından
ders alıp ders vermeye çalışması da bir erdem, başarıdır aslında… Yine de
yazarın eksiğini tamamlama çabası içindeymiş hissini üzerinizden atamıyorsunuz,
yaşamındaki eksiklikleri, yapamadıklarını
öğreten cümlelerin içinden…
Şimdilerde gençler okumaktan
çok film izler oldular. Kelime dağarcıklarını, anlama kabiliyetlerini
izledikleri filmlerden kapmaya çalışıyorlar. Bunu onaylamasam da, teknoloiye
karşı durmak mümkün değil… Onlara okumanın daha farklı, daha özel kıldığını
anlatmak çok zor geliyor… Belki ilerleyen yıllarda böyle giderse okumaktan çok
seyreder olacak insanlar… Bu durum okumayı kendinden bulanları ürkütüyor eminim,
benim gibi…
Her şeyi ayrıntılarda arayan,
seçip arıştırıp bu kadar düşünen, düşünmeyi
bu kadar çok kendine yük edinmiş bir
insan olmamayı çok istiyorum bazen... Özellikle
okurken kaybolmayı… Dalıp gitmeyi… Denizin içinde dalgalarla boğuşmamayı… Okuduğum
kadar, içinde yaşayabilmeyi, kahramanı oynamayı… Ama buna rağmen okumak; yorsa
da, bazen ağır da gelse, dünyanın en güzel lezzeti, ayrıcalığı…
Keşke herkes okuyabilse…
ferkul
23 ekim 2013
02:16