Bu Blogda Ara

27 Aralık 2008 Cumartesi

ne günlermiş


Böyle günlerde, şaşkınım, böyle günlerde titrek bir güvercine vermişim kanatlarımı... Alsın götürsün diye umutlarımı, çırpsın diye kanatlarını... Gagasında sakladım geçmişi ve geleceği...

Böyle günlerde, derbeder söyler şarkılarını sabahlar... Böyle günlerde unuturum gülümsemeyi...

Böyle günlerde güneş saklanır yağmurların arkasına....
Böyle günler unutturur kendimi...

Böyle günlerde, düşünürüm... Günün karanlığına saklanır, dalarım deniz dalgaları gibi, şiire çarpar duyduklarım... Şiirin ardında gizlenir duygularım...

Böyle günlerde depreşir garibliğim... Böyle günlerde duyulmaz sesim, böyle günlerde çıkmaz bir sokakta bulurum beni... Kaldırımlar çekemez ağırlığımı, böyle günler eskitir bedenimi..

Böyle günlerde dışlanırım, soyutlanırım, gizlenirim çiçek arkasında diken gibi... Güçlenirim gülün kokusundan, renginden, güç veririm kendime... Bileylenir savaşma gücüm, at biner, kılıç kuşanırım, güzel günlere hazırlanır göğsüm....

Böyle günlerde, bitti sandığım, biriktirdiğim ve yıkmışlığım gelir üzerime, üzerime... Koyveririm kendimi, salıveririm hüznün kollarına, yana yakıla koşarım dost yüzlere, çözülürüm... Arınır sırlardan ve saklanmışlıktan sözlerim...

Böyle günler, yazdırır kendini... Beni yazdırır, bana anlatır beni, ben böyle günlerde yaşarım, yaşadıkça, yazarım...

Böyle günlerde, soğuk bir kış günü yazdan kalan bir eriğin meyvesiyim, yapraksız, dalsız, budaksız... Direnebilir miyim?

Böyle günlerde böyleyim,

Bugünlerde hep böyle günlerdeyim, kendimi kendimde bulduğum, böyle günler işte, içimi konuşturduğum... Yüreğim kırağı düşürür böyle günlerde eriğin dallarına... Dal dediğin hiç küser mi meyvesine?..

Böyle günlerde anlamsızım, böyle günlerde bilirim hayır demeyi, hayırlardan bir dağ kurarım düşlerime... Volkan olur, ateş olur, saçılır bakışlarım... Hiçbir işe yaramam böyle günlerde... Yıkılır dağlarım..

Böyle günlerde, anamın bakışlarına dalar gözlerim... Pencere kenarında oturur anam... Büyük camlar saklayamaz yalnızlığını, bakışlarındaki sessiz direnişte bulurum beni... Sanki o pencerelerde ben varım, o bakışlarda gizli geleceğim... Görürüm, kilometrelerce uzaktan bakarım, öylesine dalarım, bir de resim çekerim hüznünü yüreğimde gösterdiğim; anam dalar, anam ağlar... Dağılırım...
Böyle gunlerde anamın kızıyım...

Böyle günler de, ne günlermiş be!....


ferkul

30kasım 2008

02.52

16 Aralık 2008 Salı

GAZETE KOKUSU



Ben bugün bir gazetedeydim!....

Neredeyse iki yıldır blog yazıyorum... Öncesini sayarsak belki kırk yıldır yazma, deneme ve şiirimsilerle kendi kendimi avutuyorum... Bu, hani sigara tiryakileri vardır, bırakmayı denemek için sigarayı elinde ve ağzında yakmadan bekletirler, içiyormuş gibi yaparak kendi kendilerini taklit ederler ya, aynen böyle.... Uzun yıllar boyunca kendime, sadece ve sadece kendime yazdım, onları birer çeyiz sandığı gibi biriktirdim, onbir yıl öncesi kendimi her yalnız hissettiğimde, sarılacak ve yaslanacak bir omuz aradığım her günde, arayıp bulup onlarla dertleştiğim, paylaştığım ve daha çok melankolik bir hüzünle cümlelerinde ve mısralarında, şimdi daha iyiyim’i bulduğum zamanlardı... Küçük bir oyundu çocukken, herkes bebekleriyle oynarken, ben cümleleri kafamda birleştirmeye çalışır, küçük bir kızın gittikçe büyüyen minik romanını tasarlardım... Ve hatta gençken, genç bir anneyken, yirmidokuzunu yaşayan orta yaşlı bir kadınken de kendi oyunumda gizlenir, kendi şiir ve yazılarımın arasında ruhumu dinlendirir, arkadaşım, dostum, sırdaşım olurdu defter defter sakladığım hazinem...

Ve onbir yıl önce hazinemi kaybettim, çocuklarımı kaybetmiş gibiydim, çocuklarımdı, benden bir parçaydı hepsi, benim kelimelerim, benim cümlelerimle süslenmiş her bir anıydı, her bir yaşanmışlık, her bir acı, her bir hüzün yaprağı... Birden bire yok oldu, taşınma sırasında mı çöpe atıldı, kamyondan düştü de öyle mi yok oldu, bilemiyorum, hiç bir zaman da bilemeyeceğim... Kimbilir, belki kıymetini bilmeyecek birinin elinde kahkaha malzemesi oldu, belki de üzerinde yemek yenilen gazete kağıtları gibi kullanıldı, yendi, bitti... Şimdi nerede ve nasıl, hangi yıpranmış sobanın külllerinin, hangi çöp yığını arasında kaybolmuştur, kimbilir, bilebilmek mümkün mü?...

Yasta geçti sonraki yıllarım, tek tük yazdığım bir kaç şiirle oraya buraya karaladığım bir kaç günlükle geçiştirildi... Çocuklarımı, çocukluğumu, gençliğimi, bensaydığım herşeyi kaybetmiştim, kolay mı?.. Bunu anlamak için sanırım yazmak, hissedebilmek gerek...

Karalama bile olsa, kötü birkaç deneme, şiire benzemeyen birkaç şiirimsi de olsa benimdi, bendendi, belki de kanımdan bir parçaydı... Küstüm, kendi kendime çekildim ve herkes gibi yaşamaya çalıştım... Herkes gibi yaşamak, herkes gibi ayrımsamadan, olduğu gibi, olabildiğince koyvermek, düşünen bir insan için, üreten bir insan için yıkımmış, fetret devriymiş, yeniden yazmaya başlayınca , anladım....

Teknoloji ilerledi, bir arkadaşımın desteğiyle, atıldım kollarına klavyenin... Geçmiş ve geçiştirilmiş günlerin acısı ve hüznünü yansıtan şiirlerle ve yazılarla donattım bloğumu... Önceleri okuyan ve takip eden insan sayısı fazlayken, gitgide her moda adeti olduğu gibi çabuk sıkıldı insanlar bloglardan, ve belki de umut vadeden yazılar okumak istediler benim yazılarım yerine, neşe veren, hayal etmeyi, mutluluğu çağrıştıran cümleleren içeren yazılar istediler... Yeter, demedim, en önce kendim içindi ya yazdıklarım, zaten bir kere başladın mı susuz kalmış da kana kana suya sarılmış hayvanlar gibi çeşmeyi bırakmadım, içmeye devam, kimse okumasa da, ben okuyorum ya... Ve yazıyorum...

Belki benim acı sesim kulakları tırmalar;
'Sizler gidin, genç kızların türküsüyle şen olun... dedim...

Belki zamandır, diye açılmaya, belki beni daha çok yazmaya sevk eder, kışkırtır diye, belki de daha çok insan kendini bende bulsun diye, bir gazeteye başvurmamı tavsiye etti , yine bloğa başlarken rehber olan arkadaşım... Bugün başvurumu yaptım... Hayatımda ilk kez benim gibi düşünen ve yazmaya yoğunlaşmış bir kurumdan içeri girdim... Kokuyordu, gazete ve kitap kokusu sarmıştı etrafı... Aldı, götürdü beni, daha içeri girmeden , binaya ayak basarken, koktu duygular, ayrıştırmalar ve ayrımsamalar... Yazarkenki gibi değilim konuşurken, sıkılgan ve mahçup ifademle hiç bir şey anlatamayacağımı ve belki de veremeyeceğimi düşündüm ve verdim blog adresini çıktım...

Sonuç ne olursa olsun, ilk kez yazmakta ve düşünmekte birlikte davranan, benim gibi, bana benzeyen insanları görmek, o kurumun içinde bir kaç dakika olabilmek, mutluluğun tarifi benim için... Çünkü artık ne kadar kalabalık olursak olalım, düşünen ve ayrımsayan insanlar olarak çok azınlıkta kaldık, dünyanın ve madde telaşesinin içinde kaybetti insanlar düşünebilmeyi, hissetmeyi zaten çıkardılar defterlerinden, gözbebeklerinden indirdiler masumiyeti...

Güzel bir anı oldu, bugün ben bir gazeteye gittim, konuştum, ve dinledim.... Belki bir daha hiç gitmeyeceğim, ama kokusunu içime çektim... Sanırım o koku alır götürür kırkından sonraki yıllarımı....

Buradayım, yine burda olacağım, hep yazacak , yazarken yaşayacak ve paylaşacağım, kendime söz veriyorum!..
Çünkü hiçbir kimseye verdiğin söz , kendine verdiğin söz kadar gerçek ve tutulası değildir!...


Ben bugün bir gazetedeydim!....


ferkul

18kasım2008-
20.33

7 Aralık 2008 Pazar




Mutlu, sağlıklı, kardeşçe, umutla kucaklaşılan nice bayramlarda selamlaşmak, okumak ve okunmak ,
dileğimle.....


ferkul

1 Aralık 2008 Pazartesi

şiire selam söyleyin


Uzun zamandır şiir, yazmıyorum... Ve hatta okumuyorum... Şiirden yana değil sanki duygularım... Halbuki bende şiir; bir resmin tuvali, elim, ayağım, yaşamın içinde dönüp duran günlerim, gecelerim... Sanki bir yanım eksik, bir çok yeri parçalanmış elbiselerimin... Yüzümde yer yer beliren çizgilerin, aynada baktığım gözlerimin içinde yok şiir... Bunun için yarımım... Hissediyorum, duyuyorum, büyük bir eksiklik var... Peynirsiz, ekmeksiz bir kahvaltı sofrasındaymışım gibi şaşkın;aç kaldım, açıkta kaldım, şiirsiz kaldım...
Bunun içindir belki çılğınlığım, yıkılmışlığım, yakmışlığım, yakılmışlığım....

Bunun için yetimim, bunun için biraz kırık, biraz sendelemiş, tökezlemiş, bir haldeyim hayattan düşmüş, kalkamamış... Yazmadıkça, yazamadıkça, şiirin arkasına saklanmadıkça,
mısra
larla avunmadıkça
yaşamıyorum...


Şimdilerde bir yanım eksik,
Bir yanım yarım
Yokuş aşağı inerken
Susuz çeşmelerde
Yorgun şehirlerde
Şimdilerde,
Karanlık gecelerde
Işıksız kaldım...
Soluksuz,
Nefessiz,
Şiirsiz kaldım...

Şimdilerde uyandım düşlerimden
Şimdilerde kırıldı dalım
Şimdilerde seviyorum...
Hasretim
Benliğim
Şiirim
Söyleyin
Kaldırsın beni
Şimdilerde bilsin
Onu özlüyorum...

Şimdilerde küskünüm,
Şimdilerde yok saklanacak yerim
Şimdilerde üşüyorum
Beni şiirlere örtün
Beni mısralara
Beni beyitlerle gömün
Şiirlerle geldim,
Şiirlere gidiyorum...


ferkul

17kasım2008
23.08

27 Kasım 2008 Perşembe

Mektup Var!....


Öğrencilerimden inciler;

Sevgili öğretmenim,
Bugün 24 kasım, öğretmenler günü bir kez daha öğretmenler gününüzü kutluyoruz... Bugün senin en mutlu günün, seni bir kez daha mutlu etmiş olacağız... Seni sevip sayacağız... Sen bize demiştin ben hediye istemiyorum, sadece dersinize çalışın...

Ben de sana bir şiir ve mektup yazmak istedim, sevgilerimle,
Merve.
Sevgili öğretmenim,

Sizin değerinizi iyi biliyorum, sizi çok seviyorum, siz diğer öğretmenler gibi değilsiniz... Daha eğlenceli, daha çok sırlarınızı paylaşmayı biliyorsunuz... Siz sevgiyi karşınızdaki insana daha fazla veriyorsunuz. Sizinle sırlarımızı, yaşadıklarımızı paylaşıyoruz... Hep beraber eğlenceli dakikalar geçiriyoruz, şarkı söyleyip fıkra anlatıyoruz... Derslerimizi eğlenceli geçiriyoruz... Siz bizim çalışkan olmamız için herşeyi yapıyorsunuz. Her zaman konuları anlamayınca başka konuya geçmiyorsunuz... Şöyle bir sözünüz var; dersi aç kurt gibi dinleyin,acıkmış gibi... Bu sözünüzü çok seviyorum...
Şimdi duygularımı satırlara döküyorum... Bu öğretmenler günü sizinle geçirdiğim son öğretmenler günü... Bundan sonra bu özel günde bu sözü kendi dersinizdeymişiz gibi söyleyemeyeceğiz, ama sizi hayatım boyunca unutmayacağım...

Siz başka sınıfları okuturken söz veriyorum öğretmenler gününüzü gözlerinize bakarak kutlayacağım.Şimdi benim için en değerli ve önemli sözü söyleyeceğim;

ÖĞRETMENLER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!!!
Kübranur

Sevgili Öğretmenim,

Mutlaka sizi büyüten biri vardır.Mutlaka size bilgi öğreten vardır.Evet, evet benim de var...Ama benimki daha güzel bütüten ve daha güzel bilgiler verendir.Bana bilgi veren, beni büyüten ve bana eğitim veren kişi ise,sizsiniz öğretmenim...Ben de öğretmen olunca sizin gibi daha güzel bilgi öğreten ve bize şefkat ile yaklaştığın gibi bir öğretmen olmak isterim...
Merve
(bir tek cümlesini bile, kelimesini bile değiştirmedim)

Gariban çocukların öğretmeniyim ben...
Elleri kadar yürekleri, giysileri kadar gözleri gariban...
Bir yoksunluk, bir gariplik kalmış onlara
Analarından miras ...
Bir eziliş, bir kayboluş...
Hiç bir masalda var olmamış
Kibritci kız kadar bile
Şanslı olmamış...

Gariban çocukların öğretmeniyim ben... Şimdiye dek bir çiçek ve selpak mendil haricinde yüreklerinden dökülen birkaç cümle ve şiirden, sevgiden başka vereceği bir şeyi olmayan, hem de bunların haricini istemediğim, gariban çocukların öğretmeniyim ben...

Benim gariban çocuklarım, yürekleri zengin, cümleleri zengin... Benim servetim onların gözlerinde, bakışlarında.... Onlardan dökülen altınları gördünüz mü?... Gözlerinde beliren seçkinliği, temiz ve saf sevgiyi okudunuz mu?... Anlayabildiniz mi benim küçük meleklerimi?... Anlayabilir misiniz?... Sarı sarı, çil, çil ışığı ta sizlerin yüreklerini aydınlatan parlak altın kelimeleri duydunuz mu?....


İşitebiliyor musunuz seslerini?....

Onlar geliyor!....


22 Kasım 2008 Cumartesi

birlikte


Birlik olmak,

Aslında bu sayfaya siirimsi yazılarla, hayatın içinde ne kadar siirimsiyiz_i resmetmeyi hedeflemiştim... Bugün olduğu gibi , yaşamdan ve andan etkilendiğim zamanlarda yazdığım bir kaç günlük yazım da var bakarsanız günlüğümde... Eğer duyguları, yaşanmış ve yaşanmamışlıkları yazıyorsam, bunları da yazmalıyım gibi geldi bana... Hayatın ve şiirin içinde, şiirimsi olumsuzluklar kadar kavgalar, yanlışlar ve olmazlar da çok çünkü, onlara da şiirimsi bakmak gerek diye düşünüyorum...

Dün okuluma bir sendikanın Ankara’dan yetkili görevlileri geldi... Çok fazla bulunamadım toplantılarına, sadece çıkışta biraz oturup dinledim... Kendi sendikaları, yaptıkları, yapacakları ve olması gerekenleri konuşurken düşündüm ve söyledim ki, biz rengarenk insanlar olarak bir arada huzur içinde yaşıyor, çalışıyor ve üretiyorken, siz bizim haklarımız ve ortamımız için kurulmuş, çalışan görünen bir kaç sendika niçin bir araya gelip,bir masa etrafında kardeşçe, senin rengin, benim rengim demeden, ortak çıkarlar doğrultusunda hiç bir konuda anlaşıp bir şey ortaya koymuyorsunuz?... Cevap o kadar cümleler ve kelimelerle süslenmiş bir çok uzun konuşmalardan oluştu ki, zaten uzun konuşmaları dinleme özrü olan ben dinlemekten sıkıldım, sıkıldımsa da duydum, cevabını gözlerinde okudum, zaten bilirsiniz, çok konuşuyorsan hiçbir şey bilmiyorsundur, veya söylemeyeceksinizdir... Bilmiyorlardı, yapılamazdı, kimse buna yanaşacak kadar insanca yaklaşamıyordu belki, var oldukları, oluşturdukları topluluğun çıkarlarından çok renkleriydi onlar için önemli olan.Ve belki de kimin başardığı, ben yaptım, duygusunu ve zaferini kimin yaşayacağı...

Onsekizinci memuriyet yılımı yaşıyorum ve sadece beş ya da altı yıldır sendikalıyım... Memurlar ve işçiler veya çalışan her kesimin sendikası olan bir ülkede yaşıyoruz... Farkındaysanız rengi ne olursa olsun hepsi de birbirinin aleyhine konuşmak ve düşünmekten başka, elbise, bıyık, kıyafet ve görünüş farklarıyla sadece ortadalar... Şekillerle çizmişler çalışma planlarını, ve öyle de kalmış, ortada bitmiş bir inşaat yok... Hiç biri çalışanının menfeatine olan bir konu veya iddiada biraraya gelmek şöyle dursun, içinden onaylasa da sırf karşı taraf ortaya koydu diye ben de varım’ı söyleyemiyorlar...

Şöyle bir baktım etrafıma, kırk yaşıma kadar yaşadıklarıma, yaşanmışlıkların içinde birlik olup yapılabilecek o kadar çok şey varmış ki, toparlayamadım... Ailede, kardeşlikte, okulda, sınıflarda, sokakta, mahallede, şehirde ve hatta kendi ruhumuzda, kalbimizin ta içinde bile , kendi kendimizle bile çatışan bireyler olmuşuz, başaramamışız hiç bir olmayı... İnsanca yaklaşıldıktan sonra, bir araya geldikten sonra yapılacak o kadar çok şey varmış ki... O kadar çok olumsuzlukların, mutsuzlukların oluşmasına engel olabilecek şey, elele başarılacak onca şey varmış ki, görememişiz... Bazan ne kadar kör olduğumuzu , olduğumu düşünmekte haklıyım galiba...

Sanırım asıl olan görebilmek... Bakmasını bilemek belki de hatta... Birlikten öteye, bir anlık , bir saniyelik bir zaman dilimine dönüşecek olan hayatta, geriye dönüp bakıldığında, birlik içinde, huzurla, seçilmiş ve seçkin bir gün yaşamışlığı anmak, anlatmak ve yaşatmak gerek...

Bizler bunu yaşayamadık, renkler arasında gözümüz kamaştı, birbirimizi seçemedik...

Umarım yeni nesil, çocuklarımız, renklerden oluşmuş bir resim çizebilirler yaşamlarında, toplu halde, mutlu ve kavgasız bir yaşam gösteren bir resim ve gelecek ...

ferkul



16kasım2008-

02.02

19 Kasım 2008 Çarşamba

hayal ettiğince


Dünyanın sonu gelmiş de ortasında kalmış gibiyim bugün... Size de olur mu bazan?... Ortalarda bir yerde hiç bir sebep veya sorun yokken olmadık bir yerde ve zamanda buluverirsiniz kendinizi hayatın içinde sürüklenirken... Bir karanlık kalp çarpıntısı... Halbuki her şey yerli yerindedir ve düzgün gidiyordur... Yine de içinizi kemiren, ansızın baş gösteren bir ortada kalmışlık, bir sonu gelmişlik kaplar yüreğinizi... Anlamasızlığı yaşamak, belki gerçekten duyumsayan ve ayrıştırmayı fazlaca yaşamının içinde var eden insanların kaderi galiba....

Bu gün bir yazıda
sanatçı ruhu taşıyan, duygusal insanların, hatta özellikle ünlü ressamların şizofren olduğunu, bu rahatsızlıklarını resimlerde gösterdiklerini, okudum... Düşündürdü, hatırlattı, yorumlattırdı kendini bu yazı, okuduktan sonra bir süre beyninizde yankılanan şiirler gibi... Eskiden de öğrenciyken olsun, normal bir yaşam çizgisinde topluluklar arasında gezinirken olsun, bunu hep duyardım, suçlanırdım, hatta bu konu yüzünden çok söz işitmişimdir olumsuz olarak şahsıma... Sanatçılar kafasının bir yeri eksik insanlar, diye... Çok fazla düşünürken dalgın, unutkan ve savruk oluyorsunuz yaşam çizgisinde rüzgarlar estiren ve sustuğu halde konuşturan rüzgarlar... Bu, insanlar arasında biraz yabancı ve yalnız bırakıyor sizi... Çok düşündüm, bir tarafını eksik hissettiğim bir yaşam sürdüğüm kesin de, bu guruba dahil miyim diye... Tabii ki sanatcı değilim , kendimi o gruba dahil edebilmek için çok geç kaldım yazmaya, şiirimsi bir kaç yazıyla sanatcı olunamayacağını da biliyorum... Ama diğer insanlardan farklı bir duyumsama, ayrıntı ve ayrımsamalara takılma ruhumun olduğunun farkındayım... Bu biraz daha fazla beynini ve düşüncelerini zorlamak, düşünerek yaşarken yorulmak demek olsa da, duyarlılık, hiç duymadan yaşamaktan iyidir diyorum...

Bakarsınız bir çiçeğin tümü değil de,
bir yaprağının rengi veya duruşu alır götürür sizi... Belki bir başka yaşanmışlığa, bir anıya, veya düşünülmesi gereken geleceğe dair bir duyumsama olarak çıkıverir karşınıza... Herkesin gül olarak gördüğü çiçeği yaprak olarak görüvermek, hatta sonunun ne olacağı düşüncesiyle hüzünlenmektir duyumsamak... Ayrıntıların insanıdır sanatçı ruhlu insanlar... Ayrıntılar doldurur, kaplar boşluğunu...

Bazan da işte bugün olduğu gibi, hiçbir şeyde bir şey yokken dünyanın sonu gelmiş gibi, ortasında kalmış gibi bir cehennemin, hisseder ve kaptırırsınız kendinizi karanlık hüzün geçit vermez gülümsemeye...

Düşünmek ve duyumsamak yine de
yüceltir, diriltir insanı... Bu yazıyı yazarken yine düşündüm de; Her gün olduğu gibi bir gün müş bugün, ve cehenneme de benzemiyor... Dışarıda şu anda, donduran bir sonbahar soğunda bile yıldızlar gülümsüyor... Bakın yazmak ve konuşmakla düşünmek nasıl dağıttı efkarı?... Düşünce tek kendinle kaldığın andır, zarar vermez insana... Kafa tasınızı da boşaltmaz, doldurur bence, bilimsel olarak doğrulansa da, şizofreni yakıştırması yakışmıyor, ben inanmıyorum,siz de inanmayın, düşünün ve duyumsayın...

Dışarıda kalmayın, bu aralar daha bir soğudu ortalık... Zemheri bir soğuk ortasında kalmak yakışmaz sanatçıya... Düşününce ısınır bütün duygular...
Düşündükçe yaşamaya daha bir sarılırsın, ve hayal etmeye, alabildiğince özgür... Çünkü nefes tükenince değil, insan hayal etmeyi bırakınca, ölür ...



ferkul

08.kasım2008
01.50

14 Kasım 2008 Cuma

kendime mektup_2

İçimden geldiği gibi,

İçinden geldiğince yazmak istiyorsun, içinden geldiği kadar yaşamak... Bazan bir yerde tükenip bitmiş bir masalın ortasında buluyorsun kendini, sonu geldi, işte şimdi tam imza zamanıdır, diyorsun... Bakıyorsun masal bitmiş, üç elma dağıtılmış ama, yeniden çıkmış koca bir dev karşına, yine korku, yine savaş, yine sevgi, yine mevsimler.... Yine sona yaklaşmış başlangıçların döngüsü... Dünya seninle birlikte dönüyor, sen dünyasız yaşıyor muşsun gibi... Başka birinin masalı, bir başkasının oynadığı film karelerinden alınmış gibi günlüğün...

İnsanlar geçip gidiyor önünden.... Her gün, her saat, her dakika yürüyen, koşan, duraksayan, tökezleyen, düşen ve kalkan insanlar.... Düşünen, düşünemeyen, ayrımsayan ve ayrımsatanlar.... Zordur onları yaşamak... Seyretmek en kolayı... Sarışın, esmer, güzel ve çirkin yürekler... Duvarlar ardında gizlenen, dışarıda rengarenk elbiseler.... Dedikodular, yakınsamalar, yabancılar, yanlışlar... Gülümsemeyi unutmuş, safiyet in yerini alan karanlık simalar, gözlerinde nasibini arayan bir soru işareti... Sorular,sorular... Yaşamın içinden alınmış cevabı bilinemeyen sorular... En çok da beyinini kemiren bu soruların dalgası vuruyor gemine, batışına en çok sebep belki de bu, sorular... Battı mı gemilerin?.. O da ayrı konu aslında... Bir batışla çıkış çizgisi arasında kaldın... Ortada bir yerde, ne, ileri ne geri...

Gün akşama dönünce gecenin içine saklanmış hüzne bırakıyor kendini... İçinden geldiğince yaşanamayan gündüzler, içinde kendinin olmadığı ruyalara bırakıyor uykuları... Bu kadar mı acımasızdı hayat, sen mi hiç okumadın, doğru hecelemesini mi bilemedin?... Bir yerlerde,bir uzak bir diyarda mı yanlışların, nereye bıraktın onları?... Unutulmuş, eskimiş ve yıpranmış hatiralarda mı kaldı yaşam dedikleri?... En masum yerindi , senin bildiğin, yastığın, en fazla kendin olduğun yer... Uykularda da masum değilsin artık... Uykularda belki de bütün yalanların... Gerçek sandığın her şey masal...

İçinden geldiği gibi yazmak istiyorsun, içinden geldiği kadar... Olabildiği ve olduğu kadar, daha fazlasını beklemeden, istemeden, belki de hiç bir şey yapmadan , ne getireceğini bilmeden yaşamak... Konuşmak ve yazmak, olabildiğince hür, olduğu kadar basitleştirerek... Öylesine, biteviye sürüp giden zamana inat, kendini yenilemek, kelimelerle, cümlelerin arkasına saklanmadan, süslenmeden, süslemeden.... Olmadığı gibiye o kadar alışmış ki düşünceler, kendinle bile konuşurken bir sivilceyi fondotenle kapatır gibi, bir bakıyorsun görünmüyor, bulut olmuş gerçekler... Olmuyor, olamıyor, belki de içinden de gelmiyor... Kapatmasını ve kapatılmayı iyi biliyoruz gerçekten yapabildiğimiz en iyi şey şu hayatta...

Aslında, bir çocuğun gülüşü, bir gülün goncası, bir mor menekşe, bir kuşun kanat çırpması, belki bir yağmur damlası, sıcak bir güneş ışığı yetiyor gülümsemene... Senin kadar küçük şeylerden mutlu olabilen de var mıdır, düşünmüyorum değil... Sanırım senin sorunun, düşünmek, ayrımsamak ve ayrıntılar... Çok yoruldun, çok düşündün, sus artık....

Bazan istifa edesin gelir ya herşeyden ve herkesten... Bu gün öyle bir gün... Sana yazılmış bütün senaryolardan, rollerden ve sorumluluklardan bir imza ile vazgeçmek, vazgeçirmek... Hayallerden ve amaç bildiklerinden, umutlardan, konuşmaktan, susmaktan,susturulmuşluktan, gecelerden ve gündüzden... İstifa etmek, okunmayan yazılmış ve yazılmamış bütün kelimelerden....

İçinden geldiğince,

Kendiyle barışık, bir dost gibi;

Günaydın... Bu gün nasılsın?...


ferkul

02ekim2008
02.08

8 Kasım 2008 Cumartesi

Dik dur

salıncak resimleri

Dik dur, eğme başını, dik dur ki, yıkılmayasın bin bir emekle dizdiğin taşların....

Dik dur,dik, kaldır başını, değmesin yere gözlerin, kaldır rengini...Yakışmaz sana yere doğru eğilmek... Yakışmaz sana toprağın rengi, göğe kaldır başını, maviye sür yüzünü... Bir fotoğrafçı gibi iyi çek hayatının pozunu, güzel çıksın manzara resmin ...

Dik dur, dik, dikenler kesmesin yolunu, kayalara vurmasın dalgaların, enginlere açılsın, ufka baksın başın...

Dik dur, dik... Elini uzat boşluğa, korkmadan... Yakışmaz sana ne korku, keder, ve hiç bir deprem yıkamaz seni....

Dik dur, dik yürü, karanlığa dayan, diren mevsime, doğmayan güneşe,ellerinden çok parmaklarını üşüten soğuğa ver bağrını, sokaklara, evlere, köşe başlarında ağlayan çocuklara doğru dik dur, diren... Avizelerle aydınlatılmış, parlayan odalar içindeki kalabalık yalnızlığa diren...

Dik dur, dik, uykudayken gör rüyaları, uyanıkken serilsin önüne kır çiçekleri, bahçeler, bütün sevdiğin renkler... Dik dur ki görmek nasibin olsun, dik dur ki renkler önünde deniz olsun, çırpınsın dalgaları...

Dik dur, dik, eğme başını, eğme gözlerini yere... Senin için, herkes için, sevdiklerin için, sevmediklerin için, hayat dediğin her şey için , hepsi için kaldır başını, burdayım de, sizinleyim, bir yere gitmiyorum...

Duruşunla göster kendini, yalan olmuş doğrulara, yanıp giden bütün yarınlara olsun duruşun... Yeniden doğabilesin diye, yeniden geleceğe bir kapı açılsın diye önüne, sonsuz, umutlu...

Duruşunla aç pencereleri, ışık doğsun, , yüreğine girsin... Aydınlık sabahlara uyandır bedenini, neşeli sabahlara, gül yüzlü dostlara aç yüreğini... Dik duruşunla açılsın kolların....

Dik dur, dik tut tebessümlerini, özlemlerini, vazgecmektir eğilişin sonu, gel demeden gidişleri seçmektir, belki de dik durmak hiç gitmemektir....

Bir kuş gibi, dik tut kanatlarını, eğilme, eğme... Bilir misin kuşlar kanatlarını dimdik tutmazsa düşer, uçamaz...
Uçmazsan kuş olmanın anlamı mı var?...
Dik durmazsan insan olmanın anlamı mı var ?...



Dik dur, dik....

ferkul

29ekim 2008



3 Kasım 2008 Pazartesi

SENCE BEN

harabeye dönmüş bir mazi

sen
sen
diye
diye
beni
kaybettim...

bence sen
benim kadar bile
seni
sevmedin...

ben
ben
diye
diye
beni kaybettin....

sen
ben
diye
diye
bizi bitirdin...

sence ben
sendeyken
sen
neredeydin?....

ferkul

1ekim2008
22.07

1 Kasım 2008 Cumartesi

Akrabalık bağı olmadan

Karşı dairede oturan yaşlı bir ninem ve dedem var... Bu akşam onları ziyaret ettim... Bir iki haftaya yakındır, ziyarete yeltendim ama yoğunluk ve koşuşturmacalar arasında fırsat bulamadım bir türlü... En sonunda bu akşam çaldım kapılarını... Nur yüzüyle ninem açtı kapıyı... Nasıl da sevindiler, nasıl da şaşırdılar... Yolun aşağısında oturan kızlarının evindeler çoğu zaman, eve akşamları yatmaya gelebiliyorlar, normalde anca kapıda karşılaşırsak merdivende yürürsek birlikte eve doğru, o şekilde bir merhabamız var... Ama bu kalplerimizin, yüreğimizin muhabbetine engel değil... Beni de çok sever... Bu sevgisinin saf, temiz, ve duruluğu içimi eziyor, hakkını hiçbir zaman ödeyemeyeceğim şefkat dolu, dua dolu bir sevgi bu.... Hele bu zamanda az rastlanır bir şey.... Biraz da şanslı olduğumu, Alllah’ın sevgili kulu olduğumu düşünüyorum, böylesi bir sevilmeye layık olamayacağımı da tabiii... Bazan her gün görseniz de hiç konuşmadan yanından geçip gittiğiniz insanlara duyduğunuz sevgi konuşur, kokusunu hissedersiniz, yanıbaşınızdan gecerken, ruzgarı bulur sizi, alır götürür...

Nineminki de böyle bir sevgi... Ben olsam da, olmasam da, kapımın önünden bana dua etmeden geçmez... Hatta dedem diyor ki, bir kere de ferkul’dan önce kendi evine dua et, oku, üfür , dedim... Yine de önce sana dua ediyor.... Gözlerim yaşaracaktı az kalsın...Tuttum kendimi.. Bazan en olmadık yerde sözümü dinletemem o sıcak gözyaşlarına, bazan de kuzu kuzu dinlerler beni, istediğim yer ve zamana saklanırlar....

Konuşmaya ihtiyaçları vardı... İkisi yalnız kalmışlardı o kadar kalabalık bir aileden sonra sessiz sedasız birkaç odaya hapsetmişlerdi kelimelerini... Biraz da yaşamlarının tamamını geçirdikleri köy özlemleri vardı ki, anlatılmaz.... Ne olursa olsun yaşlı insanların yaşadıkları yerlerden, ortam kötü de olsa, ayrılmamaları gerektiğini düşünüyorum... Bu yaşımda ben bile eskiden değişiklik ve yeniliği çok sevdiğim, ilginç bulduğum halde, şimdi kaldıramıyorum... En ufak bir değişiklik deprem etkisi yaratıyor... O köyün kokusunu, komşularının ufacık bir selamını özlemişlikleri her cümledeki ses tonlarından anlamamak mümkün değildi zaten...

Her zamanki erkek egemenliği geleneğince dedem konuşturmadı bizi... Her konuda ve her şeyde anlatacağı ve dinleteceği çok şey olduğu belliydi... Arada bir sözü nineme çevirsem de, dedem ucundan tuttuğu gibi cümlelerin alıp götürüyordu sanki... Ninemde her zamanki sonsuz hoşgörü... Gülümseyerek dinlemeyi seçtik en sonunda, başedemedik, birbirimize yaslanarak, gülümsedik, dinlemeyi seçtik... Eski günlerden, yeni günlerden, akrabalardan, uzaklaşan ve yakınlaşanlardan bahsetti dedem... Kendilerini arayıp sormayan bir kardeşleri varmış, en çok da ona üzülüyorlar gibi geldi bana... Siz gidin, utandırın onları dedim, ninem sevindi, ne doğru söylüyor , onlar gelmese de ben gideceğim bir dahaki köye gittiğimizde, niye bekliyoruz?.. Adım atmak büyüklüktür her zaman, küslük yakışmaz bize...

Her zaman böyle miydiniz, iyi anlaşır mıydınız, dedim... Ninem gülümseyerek, anlaşmayıp da ne yapacağız, kimimiz var ki bizden başka , dedi... O zaman düşündüm, ne gereksiz konulardan ve olaylardan dolayı kırıyoruz birbirimizi... Son_a geldiğimizde yaslanacak bir yüz bırakmalı, dedim herkesle ... Yüz yüze bakacak iki çift göz kalmalı... Belki göçüp gideceğiz, belki seneye burda olmayacağız da, dedi ya ninem, koptu içimden yine bir şeyler... Kim öle, kim kala, Allah bilir , kimseye muhtaç olmadan versin, dedim dönüşşsüz gidişleri....

Giderken, evden çıkarken ne kadar çabuk geçti zaman, dediler... Benim için zaman atlı bir yarışçıyken,tutamıyorken geçişini zamanın, onlar için saniyeler bile bir kaplumbağa yürüyüşüydü belki... Bunu hep yapamasam da, haftada bir yapmaya karar verdim... Onlar konuşurken, onlarla geçirdiğim iki saat içinde yanında olamadığım anne ve babamı düşündüm.... Ne kadar zor yıllar geçirmemize neden olsalar da, altı çocuktan sonra birdenbire bu kadar sessiz ve yalnız kalmak, ne kadar zor!... Hele de yatağa mahkum babamın sessizliği, gözlerinin içinde gitgide beliren yalnızlığı, bundanmış demek ki... Gurbeti ve hasreti , bir de suçluluğu söyleyen şarkılar geldi aklıma, boşuna yazılmamıştı o türküler,yakarışlar, isyanlar...

Ninem ve dedem, en yakın komşularım...Akrabalık bağı olmadan kan _daşlarım...
Ne sevimli, ne tatlılardı!... Hüzün konuşuyordu duvarlarda, ama yüzlerinde hala sıcak bir iyimserlik, gülümseme vardı...



Komşusu açken, tok yatan bizden değildir demiş peygamberimiz(s.a.v)... Burada açlık sadece, mide için değil, yürekler için de söylenmiş olmalı, diye düşünüyorum... Zamanımızda gerçekten de komşulara ve bizi sevenlere vakit ayırmak, koşan atlı saatlere rağmen, sevgiye ve hoşgörüye, sıcaklığa yer açmak zor olsa da, yapılmalı... Ruhlarımızın dinginliği, yalnızlıklara şifa olsun diye... Dua ya rahmet olsun diye... Kalbimize aydınlık olsun diye.... Karşılıksız sevebilelim diye....

Denemek lazım, yaşamak lazım, değil mi?...



ferkul

26ekim2008
01.49

Reblog this post [with Zemanta]

29 Ekim 2008 Çarşamba

ev_leniyoruz biz


Evlenme programları üzerine,

Toplumumuzda bilinen bir usuldür görücü usulü.... Yıllarca süregelen ve sanırım daha uzun yıllar devam edecek bir evlenme adetidir... Bugünlerde televizyon kanallarında popüler olan, reyting sıralamalarında da epeyce ön sıralarda yer alan bu programlar her gün çeşitli kanallarda sunucularıyla renklendirilmiş bir şekilde evimizde yerini aldı... Hem de baş köşede... Sakın ben izlemiyorum, izlemedim, ilgimi hiç çekmedi demeyin, inanmam... Bu kadar popüler olması bir arz talep ve seyretme sonucu olmalı....Demek ki izliyoruz, ilgimizi gerçekten çekiyor...Ben izliyorum, ne yalan söyleyeyim?...)).. Yazın daha çok vaktimin olduğu günlerde izleyebiliyordum... Şimdi biraz vakit sorunum olunca arasıra işlerimden zaman bulduğum ölçüde seyrediyorum...




Olumsuz yönde eleştirmeyeceğim, sandığınızın aksine tü, kaka diyerek seviye dışı veya insanlarla oynanıyor da demiyeceğim... Demek ki toplum bunu ön sıralara taşımış, çoğunluk halkın isteği ölçüsünde izleniyor... Kimse de zorla, bu programları izleyin, demediğine göre sanırım insanların ilgi alanına ve ihtiyaçlarına cevap veren programlar bunlar... Demek ki halkımızın bir çoğu bu konuda da mağdur , evlenecek kişi ya da istediği ölçüde aday bulmakta zorlanıyor... Bakıyorum yaşı kaç olursa olsun, ister 20 , ister 75 hayatı paylaşacak , kendini önemseyecek, sevgi isteyen, şafkatten ve sahiplenme duygusundan yoksun insanlarımız çoğu.... Tabii bir de maddi boyutu var olayın... Sevgi ve şefkatin de olduğu, ev, araba, maddi ferahlıkla beraber bütün güzel bildiğimiz hayatın renklerini de içine alan geniş kapsamlı duygular ve istekler hepsinin gözlerinde... Biraz da hırs, sorunsuz ve eksiksiz yaşama hırsı görüyorum cümlelerinde... Bunların arasında zengini de var, kuyumcusu da, iş adamı da, fakiri, işsizi, çocuklarına baba, anne olacak himaye altına alınmak isteyeni de...



İnsanlar o kadar çok çalışma hayatı, problem ve koşturmaca içindeler ki evliliğe, eş seçmeye, kendine uygun hayatı paylaşmaya aday insanları yakın çevresinden bulamıyor demek ki...

Tabii bu konunun olumsuz yönleri de var... Aslında ben Flsah Tv deki sunucuyla başladığım için mi nedir, o kanalın programını daha seviyeli bulmuştum... O sunucu birden yok oldu yerine tanıdık bir yüz, Semra hanım geldi... Semra hanım evlenmiş boşanmış bir bayan olarak evliliği nasıl tanımlar bilmiyorum ama, çok iyi bir rehber olmayacağı kesin, diye düşünüyorum... Bilmiyorum siz ne dersiniz?... Star TVde de hiç evlenmememiş, bekar, şeker mi şeker, neşeli bir sunucu, sürekli şakkıdı şakkıdı oynuyor, evliliği de bir oyun sandığı çok belli...Geçen hafta da huysuz virjin temasıyla ilgi çeken, gerçek kişiliği huysuz virjinden daha çok ön planda insan karakteri çizdiğini düşündüğüm Seyfi Dursunoğlu' nun da sunuculuğuyla renklenmiş bir başka evlilik programı daha yayınlanmaya başladı... Sanırım ATV'deydi... Biraz daha renkli, diğerlerinden farklı olarak komedi yüklü de olsa içerik aynı... Bütün bu programları sunan sunucuların hepsinin de bekar ya da dul olması ayrı bir konu... Bekar birinin de evlilik için rehber seçilmesi ayrıca olumsuz yönde eleştirilecek bir konu, diye düşünüyorum... Bir de yazın ilgiyle izlediğim dönemlerde Flash’da, evlenmek için birbirini beğenerek seçen çiftlerden bir bayanın Starda yeniden aday olduğunu gördüm bir ara, şaşırdım tabii... Ya adaydı, ya da beğendiği bir aday vardı ki başka kanalda şansını denemek istemiş... Şu azme bakar mısınız, bir kanalda bulamadığı eşi, diğerinde arıyor veya sanırım bilmediğimiz başka şeyler dönüyor....



Geldiğimiz noktaya bakmak lazım... Olumsuz yönlerini bence bir kenara bırakırsak insanların sevgi, şefkat, korunma, maddi refah ihtiyacının had safhaya geldiğini gösteriyor bu programlar... Galiba söylemek istedikleri çok şey var, mesajı alabilene...



Düşünecek ne çok şey var, düşünürken yaşayacak, eksiğimizi ve eksiltiğimizi gösterecek ne kadar çok ip ucu...

Dilerim hayatta herkes istediği gibi bir hayatı yaşar, dilediğince bir ömür sürer... Ama bu gidişle ömrü sürdürürken evi, arabası olanlar ev_lenebilecek, gerisi program program gezerek görücü usulü kendine madden ve manen yetebilecek birini arayarak günlerini harcayacak....

Ev.li arabalı, Semralı, Esralı , şakkıdı günler dilerim...))

Bir de tabii gerçek bir yol arkadaşı, Tv programlarından ziyade, sizi sizden ziyade düşünecek bir eş, bulmuş olmanızı veya en kısa zamanda istediğiniz gibi bir yaşama kavuşmanızı yürekten temenni ederim...Sanırım bunu, ne programlar, ne sunucular başarabilir, sadece siz!...




ferkul


23.ekim2008

24 Ekim 2008 Cuma

arkadaşsanız




DÜNYA ÇAPINDA ARKADAŞLIK ÖDÜLÜ" kampanyası oluşturmuş blogdaşlar... Herkes birbirine internet ortamında verebileceği en güzel ödül olan arkadaşlık ödülünü göndererek bu güzel ortamı oluşturuyor... Beni arkadaşı olma onuruyla şereflendiren http://beenmaya.blogspot.com/ ve http://gokkusagininrengi.blogspot.com/
Arkadaşlarıma teşekkür ediyorum...

Ve sanırım bir başka arkadaşları burada isimlendirmem gerekiyor... Ben kurala uymayacağım, duygularını yaşamdan sayan,
kendini iyiliğe, kardeşliğe, saflığa adamış,

bütün kötülük ve yanlışlara kalemiyle cevap veren ,
kalemini yüreğiyle konuşturan,
şiire dayanmış,
cümlelerden ,
maviden,
denizden,
yaradandan
gökyüzünden
kaleminden güç alan , bütün şiirimsi okurlarına armağan ediyorum...



ferkul

21 Ekim 2008 Salı

Duvarlarla ...


Her yanım dört duvar, her yanım dört duvar!...

Yürüyorum, yürüdükçe sayıyorum adımları,bir iki, bir iki... Vardığım her yer, gitmelerden anladığım dönmeler, ulaştığım yol, hep duvar... Dönüp dolaşıp geliyorum, bir, iki, bir, iki... Her adımda, bakıyorum karşımda duvar... Her yanım dört duvar.... Her duvarda bir ayna var, aynadaki aksimin arkasında duvar... Yüz şaşkın, eller boş, dokunuyorum, dört duvar... Yürüyorum, koşuyorum, adımları sayıyorum, karşımda duvar... Ne rengini çözebildim, ne nedenini bilebildim, ne sebepsiz sertliğini, her yanım taş duvar...

Yıkabilir misin duvarları, aşabilir misin engelleri, kapıya varabilir misin?.. Geceyi sabaha bağlayabilir misin, duvarların arasında uyuyabilir misin?... Gözlerindeki yaş, yüreğindeki sel taşmışsa, ağlamadan durabilir misin?... Haykırıyor duvarlar, duyuyor musun?.. Sen konuşmasan duvarları susturabilir misin?... Bu kadar taş duvar arasında var, olabilir misin?...

Her yanım dört duvar, her yanım dört duvar!...

Aştım sandım, aşamadım...
Kaçtım sandım, kaçamadım,
Duvarları yıkamadım...

Baktım baktım, göremedim, ışık nerde var, güneş nereden doğar?... Kuşlar nasıl kanat çırpar, nasıl uçarlar özgürce gökyüzünde?... Gökyüzü ne renktir?... Renksizliğin, yorgunluğun, çaresizliğin, yokluğun adı duvar... Gözlerdeki belirsizlik, yarınlarda saklanan giz, bugünler ve dünler, hep duvar....

Toprak dedim bulut oldu,
Yar dedim yalan oldu,
Dost dedim ruya oldu,
Her yanım duvar doldu...

Bildiğim, gördüğüm, konuştuğum, sorduğum, bağırıp haykırdığım, sustuğum, susturduğum, gözümü kapatıp açtığım, her yer, duvar...

Çözebilir misin kördüğümü, açabilir misin kapıları, kilitleri elinde mi?... Kapıyı bulsan, yolu bulsan,sabaha varsan, açıp, gidebilir misin?... Duvarlardan kaçabilir misin?.. Yoksulluktan, korkmuşluktan, yalnızlıktan, gariplikten, olmuşlardan, olacaklardan kurtulabilir misin, aynalara bakabilir misin?.

Darıldım duvarlara, kırıldım aynalara,
Küstüm oynamıyorum
Saklanacak yer, bulamıyorum...
Duvarlarla yaşamıyorum...

Her yanım dört duvar, her yanım dört duvar!.
..

Anlayabilir misin?...


ferkul
19ekim2008_ 01.25

16 Ekim 2008 Perşembe

günlüğe benzemedi


Şu an günün bitmesine 35 dakika var... Hayatımdan bir gün daha eksilirken ilk kez günlük tarzı bir yazı yazayım dedim, oturdum klavyemin başına... Her zaman koşuşturmalı bir yaşamın içinde kaybolup giden bir resim, resim içinde hızla ilerleyen bir kare olduğumu düşünmüşümdür... Ayrıntılarla daha çok ilgilenirim, ana konular dışında kalan küçük ayrıntılar dikkatimi çeker... Bu günün ayrıntısı galiba yaramazlığından çok, kendisinden şikayetçi olduğum zamanda, başedilmesi zor küçük Nihat’ın zararsız bir bakışıydı galiba... Benim de yüreğim var der gibi, söylemek istediği çok şey varmış gibi... Hani çok konuşursunuz her zaman da bir an, öyle bir an gelir ki, hiç bir şey söylemenize gerek kalmaz, bir tek bakışla dökersiniz yüreğinizin gizemini ortaya, bütün çıplaklığıyla... Öyle bir bakıştı sanki... Ben mi yanıldım da demedim değil hani düşünürken, bu kadar yaramaz ve çevresine bu kadar zarar verebilen bir çocuk böyle bakabilir mi?... Ben mi öyle görmek istedim?...

Bütün gün yağmur yağdı, soğuyla kendini ve içindeki insanları donduran ekmeğimi kazandığım, onaltı yılıma ferkul’un her karesini sığdırdığım şehirde... Yağmurun hızla yağışı değil, usul usul yağarken yüreğime söyledikleri, ‘içerdeki’ yazımın içinde unuttuğum ailemin resmindeki gelecek umudu.... Sahiden umut her zaman var mıdır, zaman her şeye çare midir, kimbilir, göreceğiz, ve yaşayacağız, hala kendimizden kırılmamış bir parça kalırsa, yıpranmamış,yıpratılmamış bir gülümseme ile de hatırlarız belki bu günleri de....

Şimdi, şu an, düşünmekten düşündürmeye geçiş, günlüğe dökerken bile kelimelerle saklambaç oynama zamanı... Belki tam da yorgunluğun, dinginlik ihtiyacının çöktüğü şu andaki yazma ihtiyacım... Kaleme sarılma, kalemden bir renk arama, kendini anlatamadığında boyama, kelimelerle süslenme ihtiyacı....

Sanırım yazmak en büyük ilaç hayata,yaşanılan anların hızına yetişmeye, mevsimlere alışmaya, gün ve gecelere bölünmeye, kendini bölmeye, bütünlemeye....

Yazmalı, düşünceler beynini sarmadan ne söylerse yüreğin aktarmalı, yazmalı, yaşamalı...

Yaşadıkça yazmalı, yazdıkça yaşamalı...

ferkul

23.53

15ekim2008

14 Ekim 2008 Salı

İÇERDEYKEN....

İÇERDEYKEN....

Tam da oldu diyordun, bu kez anladın, bu sefer yakaladın insan sesini, dost sesini, yalansız, riyasız, çıkarsız yaşanılırmış dediğin bir andı, nadir anlardandı, bu kez yaşanır hayat, gecelere saklanmak yersiz derken, yakalandın... Yine yakaladın.. Yine gecelerde bir tek yıldızsın, ışığı sönük, sabaha yenik...

İçeriye saklandın, içeriye hapsettin seni... Gücünü aldılar, zayıfladın bir deri bir kemik kaldı iyilik perin.... Yollara bakamazsın şimdi, şu an kırıksın, şu an, hemen işte şimdi, belki de az önce, kimbilir daha önceydi... Senin bilmediğin bir yaşamdı nefes aldığın, seyrettiğin bir filmdi gördüklerin, film bitti, ışıklar yandı, içerdesin.... Kapıları kapattın yine... Dışarısı soğuk, dışarda rüzgar var, ne kadar yorganı çeksen üstüne, korkuyorsun, yalan bir çok göz pencerenden bakıyor, dost sandığın, seni bilir sandığın gözler cevrelemişken pencereni, bir baktın düşmanca kararmış yüzleri... İçlerinde sen yoksun ki, sen dedikleri bir başkası... Bunların arasında bir sen... Bir sen nasıl açarsın pencereyi, böylesine yalancı gündüzleri nasıl yaşarsın?... Gücün yeter mi bu kadar karanlık bakışlara?... Çekildin işte, içerdesin... Yüklenemedin o yükü, yıkıldın acılara... Dünya dediğin de neymiş, hepsi bir ben diyen insan topluluğu... Kardeş neymiş, dost neymiş, arkadaş kimmiş, unuttun, şaşırdın, şaşırttılar seni... İçeride bir sen varsın, kendine doğruların, kendineymiş sevdaların, anladın...

Tam da hazırdın, gündüze doğmaya... Dışarıya açılmaya... Hecelere, kelimelere kanmaya... Yanılttı seni sen, sen, diyen cümleler, yanıltı seni harfler... Sana döndün, kendine... Dostlukmuş, sevdaymış, kardeşlikmiş, baharmış, yazmış, hepsi sana gelinceye kadarmış...
Bir sen varsın şimdi, kırık, dökük , bir sen... Tam da eylülken, sonbahara başka bir baharla bakarken, sarardı yapraklar, yağmur yağıyor şimdi... Dışarıda rüzgar, dışarısı soğuk... Üşüdün, yolların ayrık, her kes bir tarafa gidiyor, sen içerde kaldın... Onlar giderken bakamazsın, yüzleri korkutuyor seni, karanlıklarını aydınlatamazsın, ışığını önlerine katamazsın... Yapamazsın!... Senin ışığını görmez gözleri... Kendi karanlıklarına dalmış, düşmanca yürüyorlar, yürürken yollara saçılmış dikenleri, basamazsın... Karanlıklarını aydınlatamazsın.... İçerdesin... Burası rahat, içeride bir sen varsın, yalansız, bir kendin var sana yenik, dışarıya kapalı...

Tam da düzelir bu düzen , derman sende, şifa dost bakışta, gülümseyen yüzlerde teselli derken, şarkılar da sustu, sazın nağmeleri de, telleri de kırıldı ... Halbuki hepsi, senin dediğindi, o dizelerde sen vardın, o şarkının sözlerini de sen yazmıştın, her cümlesinde sen vardın belki... Sazın telleri de sendin, dost eline verdiğin mendil de senindi, mendili rüzgar uçurdu, göğe savurdu, uçtu, gittiii.... Sazın elinde kaldı... Bir de kalemin... Kalemin senin can dostun, o da şaşırtır mı ki seni, yanıltır mı, yakar mı, kırık dökük bırakır mı içerdeyken?...

Tam da buradayım derken, tam da bir adım atmışken, tam da yürümeyi göze almışken, tam da ışığını önüne katmışken, tam da yakaladım baharı derken, çığ düştü yüreğine...
Ne yazılır alın yazısına, silinir mi yazılınca, uzaklar yakın edilir mi, hayaller gerçeğe dönüşür mü, olmazlar olur mu cümlelere dökülünce, çare var mıdır , çaresizliğe?...

Severdin sesini... O aktıkça yüreğimden akar giderdi bahtsızlığın... Gümbür gümbürdü sesi, dinlenirdin dinledikçe, susardın... Sular coşkun akarken tam, dokundun... Elini bıçak gibi kesti soğuk, dondu elerin.... Üşüdün... Üşüdüm.....

Tükendi kelimeler....

Tam da.....


ferkul

21eylül2008


10 Ekim 2008 Cuma

ayna


Yüreğime değdi sözleri
Söylemeye ne hacet
Ne verdimse almadı
Nereye gitsem gurbet
Yakamı bırakmadı,
Rüzgara saldı beni....

Kuş kadardı gözleri
Tuttum, bırakmadım elini
Anlamadı yüreğimi
Yar, deyip de sevdiğim
Can evimden vurdu beni...

Yoluna taş koymadım
Sözüne baş olmadım
Gözünde yaş koymadım
Dikenine gül uzattım

Dost deyip de can bildiğim
Tarumar etti , beni...

ferkulum kanma sözüne
İnsan dediğin bir hüzme
Işığı hep kendine,
Yapıştı mı yüreğine
Karanlığa salar seni....

ferkul

15eylül2008

6 Ekim 2008 Pazartesi

masumiyet müzesi




Çok fazla söylenilecek şey yok...Okunmalı... Gerçekten okunası bir kitap... Okudum, bir solukta, bitmesini istemeden, ama buruk bir acıyla çöreklenmiş bir kalple... Sanırım oradaydım, masumiyet müzesi hepimizin yaşamında yer eden, kopamadığımız hatıraları simgeliyor gibi, anları, yaşanmışlıkları, yaşanmamışlıkları, hatta unutamayışları...




Yalnız kitabı okurken dikkat ettim, her cümlede, her sayfada Orhan pamuk’un yüzü , resmi karşıladı beni... İlk kez okuduğum bir kitapta bu duyguyu yaşadım, halbuki KAR romanında, BEYAZ KALE de bunu hiç hissetmemiştim... Bunun nedeni nedir, galiba cevabı verecek tek kişi yine yazarı; ORHAN PAMUK... Kendinden çok şey kattığından, yaşamında böylesi bir buruk acıyı hissetmekten öte, biriktirdikleriyle yaşadığından eminim...

Tabii tartışılmaz en güzel cümlesi ve kitabın özeti;__ hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum... _

Siz biliyor musunuz?...


ferkul

25 Eylül 2008 Perşembe

Mutluluğun Adı Yok

Mutluluğun adı yok


Eylül bitiyor... Yazdan kalma günlerin de sonu geldi artık... Güneşin kendini şöyle bir gösterdiği günleri bile özleyeceğiz uzun süre... Her ne kadar sıcak, bunaltıcı, dışarı bile çıkılmıyor da desek, baharla birlikte gelen yaz, ruhumuza neşe katmıştı, olumsuzluklar olsa da yaşamımızda... Şimdi iyice içine kapanacak insanlar... Kapalı kapılar ardında söylenecek hüzünlü yaşam türküleri... Kendi kendine birden bire değil, öylesine, bitmez gecelere saklanacak düşünceler... Soğuk bakışlı, umudun kapılarını kara bulutlara vermiş insanlarla dolacak sokaklar... Üşüyen insanlar sözleriyle yüreğimize dokunacak, yaralayacak katı kelimeleri, gülümsemeyi unutmuş gibi, hiç gün yüzü görmemiş, güneşte hiç ısınmamış gibi sakınacağız kendimizi dışarıdaki hayattan... Hiç yaz, bahar görmemiş gibi, unutacağız gülümsemeyi onların arasında... Onlardan biri olacağız, belki de öyleyiz, kimbilir?

Hayatını mevsimlerden bir kaç tanesine göre, ruhuna yansıtmış insanlardan olmak da kötü aslında... Her mevsimde yaşanacak güzel bir şey bulmak... Mümkün mü?... Düşünüyorum da, kışın içinde sadece o beyaz, duru ve saf yağışıyla yüreğimizi temizleyen tek şey karın yağışı olmalı... Lapa lapa , ben de varım bu soğuk, kara günlerin içinde der gibi... Bir de yağmur, hani sağanak yağar ya, gözlerinizin içine baka baka temizler ya toprağı, evleri, sokakları, gökyüzünü... Hiç bir zaman temizlenemez sandığınız bütün kirli şeylerin üstünde ıslak birer damla bırakır ya, işte o zaman altında olmak istersiniz, şakır şakır yağarken, kaçmadan, ıslanmak... İliklerine kadar, gözbebeklerine kadar... Umut getirir damlalar, yağmurdan sonra doğacak güneş için bir ilk adımdır bu, biraz buruk bir sevinçtir, hüzünle karışık...

Eylül bitiyor... Afyon’a kış geldi bile aslında... Geç bile kaldı, eylülde gösterirdi ya kendini, bu yıl insaflı davrandı, belki de yazı yaşayamamış olanlar için, mevsiminde gülümsemeyi unutmuş insanlara bir fırsattı, kimbilir?.. Afyon’un sonbaharı da kış gibidir her zaman... Yıllardır bu şehre küs, kinli yaşadım, beni ailemden uzak tuttuğu, özlemi, sıla ve gurbet kelimelerinin anlamını bana öğrettiği için bu soğuk şehri suçladım, sevmedim, alışamadığımı düşündüm insanına, soğuna, ağaçsız, gürül gürül akan suyu olmayışına, yeşilsiz yaşantısına...

Mevsimi, kışı, sonbaharı ve yazı içimde ayrıştırmaya çalışıyordum beynimde, düşüncelerimde... On altı yıldan sonra, birdenbire istediğim, yürekten dilediğim, hayalim olan şehre gitmek imkanına sahip olursam bir gün, dedim az önce, ne olur?.. Özler miyim, bunca yıl emek verdiğim, rüzgarına kendimi savurduğum şehirden neler götürürüm yanımda?... Geçmişiyle, geleceğiyle, yaşanmış ve yaşatılmışlığıyla neler doldurur çantamı giderken?... Bazan geride bıraktıklarınızı düşünür, tartar ve yarınlara biriktirirken farkedersiniz ki onlar sizin gözünüz, kulağınız, bedeniniz ve ruhunuz olmuş... Ne çok uzun bir süreymiş meğer onaltı yıl... Yaşadığımız ve bize sunulan hayatın içinde gördüklerine, gündüzüne, gecesine, sokağına, caddesine, her gün önünden geçtiğin salkım söğütüne bile alışıyor insan... Alıştığımız bir şeye dönüşüyor yaşamımız...

Alıştığını seviyormuşsun... Alıştığını sevmeye başladığının bile farkına varmadan öylesine bir yaşamın içinde mevsimleri ayrıştırıyorsun içinde... Bahaneleri mevsimlere atıyorsun, suçladığın şey belki de kendi içinde alışmayı sevmekten saymak, olabilir mi?... Bilmek de zor, bunu çözümlemeye çalışmak da...

Yine bir eylül bitiyor, yeni bir kış geldi dayandı kapımıza... Bahara yazacak çok şeyimiz var daha, nefesimiz kaldıysa soluyacak... Yeni eylüllere, mayıslara dair, yaşadığımız ve alıştığımız bir yaşama, şehre, kışa , soğuğa , havaya dair... Sanırım bunun bir adı var, hüzünle karışık ayrıştırdığımız her düşüncenin, gündüz, gece ve mevsimlerin içinde sıkıştırılmış bir kelime bu... Kışla, yağmurla, karla, güneşle, gülümsemeyi amaç edinmiş insanlarla özdeş.... Her nerede, ne konumda olursa olsun, ister alıştığı için sevmeyi öğrendiği, ister sevdiği için alıştığı ortamlarda olsun, insanlar hiçbir şeyden memnun olamıyor maalesef... Bu da kaçınılmaz bir şey; çünkü insanız, adımız hüzün... Düşünür, düşünür, bulamayız ismini, bir şey ki bu arayıp durmaktan usanmadığımız bir kelime... Sözlük karıştırsan, bütün gözlerde ruh arasan neye yarar?... Nedensiz kabulLenmek gerek bazan herşeyi, mevsimi, kışı, baharı, soğuğu ve soğutulmuşluğu... Çünkü mutluluğun adı yok...

YAŞAMAK!... İşte bu.....


Ne dersiniz?....


ferkul

24 eylül2008

17.14( gündüz yazdığım ilk yazı.)...)

21 Eylül 2008 Pazar

turkcell ve mobil oyuncu tuzakları




ŞİKAYETİM VAR


Turkcelle ve Mobil oyuncu denilen bir anlaşmalı servisle başım dertte... Yazın temmuz ayında yüklediğim 250 konturun 230 unu yedi bitirdi...Tabii bu arada beni de )... Hiçbir üyeliğim olmadığı halde telefonumun yeni olması dolayısıyla bir tek tuşa dokunmamla oyun indirilmiş gibi... Konturların hızla eridiğini görünce her ikisini de aradığım halde bir çözüm bulunamadı.. Üstüne ertesi gün bir başka oyun indirdiniz, bu yüzden üç günde bir şu kadar kontur hesabınızdan düşülecektir, diye mesaj gelmez mi?...

Aradım, ben 40 yaşında bir insan olarak ne diye bu oyunu yükleyeyim, ayrıca böyle bir oyun telefonumda bile yok, dediysem de, oyun indirilmiş şu kadar daha borcunuz var, kontur hırsızlığına devam ettiler, üstüne üstlük zaten mağdur olan ben bu servislerde hakkımı arayacağım diye daha fazla kontur harcadım... Hak arama yolunda iyice konturzede oldum anlayacağınız...

Mobil oyuncu Türkcellin anlaşmalı olduğu servislerden biri... Turkcell tartışmasız Türkiyenin en büyük operatörlerinden biri bence...Ya da öyle sanıyordum, demek ki müşterilerini ve kazancını böyle kontur hırsızlığı yapan şirket ve servislerden karşılıyormuş...

Kontur peşinde koşacak kadar para canlısı değilim, ama insanların emeklerini ve zaten zor kazanılan paralarını ne diye türlü oyun ve bahanelerle elinden çalmaya kalkışanlara teslim etmelerine göz yumayım?... Bu konuda Turkcell ana bayiine gittim, yardım istemeye, yapılacak bir şey yok , ya konturlarınızın göz göre göre gidişine göz yumacaksınız, ya da hattınızı kapatacaksınız, dediler.. Bu gibi kontur hırsızı servisler yüzünden bir milyara kadar borçlananlar varmış, bir o kadar da mağdur olanlar...

En sonunda küstüm, küçük bir Turkcell üyesi olarak, kontur filan da almadım iki ay boyunca.. Bu ay yeniden alayım dedim, bayiiden çıkmadan 250 kontur 219 a indi, eve varıncaya kadar da 198 e.. Tabii hemen imdat demeye yeniden aradım mobil oyuncuyu... Biz sizden sadece 9 kontur aldık, Türkcelli arayın dediler..Turkceli aradım, mobil oyuncuyu arayın.. Tekrar tekrar devam etti bu aramalar, Turkcell gibi büyük bir şirketin göz göre göre bu kontur çalıcısı servislere müşterilerini mağdur etmesi çok ağrıma gitti, tabii ki boşa giden konturlarımın da hızla erimesi... En sonunda Turkcell servisinin lütfetmesi sonucu mobil oyuncunun çalması için 100 kontur mağduriyet hediyesi oldu...Sanki ben kontur dilenciyim gibi... Zaten çözüm olmayınca gelen konturlar da mobil oyuncuya geri dönecek...Yapabileceğimiz hiçbir şey yok dediler... Hala mobil oyuncudan şu kadar daha borcunuz var diye mesajlar gelmeye devam etmesi de cabası...

Teknoloji gerçekten yaşamımızda büyük kolaylık... Hele de cep telefonları hayatımızın vazgeçilmez bir parçası oldu git gide... Tabii her şeyde olduğu gibi bunu insanlardan rant elde etme fırsatı görerek, çıkar elde etmeye çalışanlar da var... Bu gibi servis ve şirketlerden korunma yolu da galiba, ya tamamen teknolojiyi kullanmamak , ya da kuzu kuzu sömürülmenizi izlemek...

ferkul

14 eylül2008

18 Eylül 2008 Perşembe

hissettiğin yerde olmak vardı


Yaşamdan Çaldıklarımız

Toz alıyordum, döne dolaşa...Her gün yaptığım rutin işlerden biriydi... Koltuklar, parke, fayans, mobilya, halı, derken, koşu devam ediyordu... Televizyonun tozunu alırken, oturdum birden koltuğa... Televizyona, sehpaya, müzik setine, mobilyalara baktım... Ne çok emek verdim ben bunlara yıllardır, ne çok emek, ne çok düşünce, vücut dili harcadım.. Ne çok güç sarfettim, ne çok kendimden verdim... Bu emeği bir insana verseydim yıllardır, köle olurdu kapımda.. Dili olsa konuşurdu, sele dönüşürdü ırmağımda.... Kolu, bacağı olsa bana doğru yürümek için koşardı, adım atmazdı... Ne çok verdim, ne aldım?.. Tersine nankör bu eşyalar, her gün sil, temizle, el sür, dokun, yine aynı ertesi gün, yine aynı... Devran dönüyor, ben yerimde kalıyorum, verdikçe istiyor, yine veriyorum bana mısın demiyor...

Kendinden ver, ver, bir de bakıyorsun üstüne üstlük eskimiş, beni değiştir, yeni köleleliğine hazırlan, der gibi...


Eşyalara kölelik bu, onlar sana hizmet edecekken, yaşadığın ortamı yaşanır kılabilmek adına, temiz bir ortamda yaşayabilmek için kendinden çok ödün vermek gerekiyor... Bazan rahat bir insan olmak istiyorum, toz bir karış bağlamış televizyonlar, mobilyalar, haftalarca süpürülmemiş bir ev, ne çok zaman kalırdı bana.. Kendimi daha iyi mi hissederdim, yoksa yaşanır mıydı, öyle bir evde o ayrı konu...


Oturup, düşünmek lazım aslında... Ne çok kendimizden başkaları için, başka şeyler, bambaşka ortamlar için taş biriktiriyorsunuz hayatın içinde... Sonra bir bakıyormuş, set olmuş, kapı, duvar olmuş kendi yolunuzun önünde taşlarınız... Yolu kapatmış, yaşanacaklara, gülümsemelere, direnmelere, hayata bakışa, geçen zamana karşı geleceğe... O zaman her gün alınan tozlar, mobilyalar, tertemiz bir evin, eşyanın ve ortamın ne faydası olacak bize?...


Bazan durup, düşünüp bir an ayırın kendinize... Şöyle bir tartın hayatı, verdiklerimizi, aldıklarımızı, alıştıklarımızı, alışmak istediklerimizi, yaşamı şekillendirmek için, hayatın içinde kendimize de bir yer edinmek için ne yapılabilir, kendimiz olabilmek, herşeyden çok kendimize verebilmek için... Neresindeyiz hayatın, çoğu zaman ne başında, ne ortasında, ne bitişiğinde bulacaksınız, boşluğu içinde dönüp duruyoruz, içinde kendimizi göremediğimiz bir boşluk... Neye yarar içinde benim olmadığım benim hayatım?... Halbuki en ortasında çevresinde güllerle çevrili bir bahçede veya sahilde bir deniz kıyısında histemek vardı kendini, orada bulmak, istediğin şekliyle.. İsterse güllerden, bahçelerden ve denizden kilometrelerce uzak ol, önemli olan hissettiğin yerde olmak, değil mi?...


Yaşamdan çalmadan yaşamanın bir yolu olmalı, bulabilmek için de gayret sarfedecek içimizde bir ruh kalmalı, ama nasıl?...


ferkul



11eylül2008

6 Eylül 2008 Cumartesi

kendime mektup _1


Kendime mektup

Hadi, seninle bir resim çizelim, yaşamından insan kesitleri olsun konusu, adsız bir resim olsun... Kendi gözlerinden çok onların gözlerindeki seni çiz... Ne kadar belirgin olursa o kadar iyi olur, ne kadar kendini görürsen o kadar güzel olacak resmin, bunu unutma... Senin çizdiğin kadardır insanlar, çizebildiğin kadar var_dır, kalemini oynattığın kadar oynarlar seninle, sen durduğunda oyun da biter, yüzleri de silinir, gördüğün kadar dır, görebildiğince senle var olurlar... Öyle çiz ki; İnsanların yüzleri karanlık, vücutları rengarenk olsun... Hiçbir yerde olmasınlar, resmi sen yaptığına göre ressam sensin, kontrol sende... Bir deniz olsun sadece mavi, üzerinde insanlar yürür gibi, koşar gibi, hiç olmadıkları gibi, senin istediğin gibi yüzsünler ayakta, uyur gibi, sanki bir ruyada gibi, konuşmasınlar, sussunlar... Çünkü senin insanların konuştukça renklerini yitiriyorlar...

Önce kırıldıklarının resmini çizelim, yaşamına yön veren, bugünki ferkul’u var eden onlar değil mi bir yerde, sen inkar etsen de, etmesen de bugünün albümünü oluşturan onlar değil mi?... Kırıldıkların, seni kıranlar, yıpratan, ömrünün gerçekten hüzne dönüşmesini sağlayanların, adının seninle anılmasını istemediklerinin resmini çiz... Ama bir işe yarasın resmin, bitince yeniden ve her gün bak ki, yüzleri iyi seç, yeniden karşına çıktıklarında yolunu bulmak için, tekrar hata dedikleri o yoldan geçmemek için... Çünkü senin yolunda yürüyen hiçkimse sana benzemiyor...

Denizin karşısında bir ada olsun, oraya da rüyalarındaki resimleri çizelim... Sanki rüya değil de, gerçekmiş gibi olsun insanların yuzleri, beyaz ve saf, duru... Masumiyeti çizelim, hainliği bilmemişliği, umutsuzluğu literatürüne almamış gibi, gülümseyen yüzleri olsun, başları dik, otursunlar, yürümekten yorulmuş, durulmuş gibi... Çünkü beyaz senin rengin, eğer gerçekten masumiyetin sen olduğunu düşünüyorsan , kıyıdaki resim daha güzel olacak eminim... Olduğu kadar olsun, ama sen olsun, onlardan bağımsız olsun... Mademki senin resmin, özgür olsun, çizildikçe anlamlansın yüzleri, denizdekilere nisbet olsun, suyun ortasında karayı bulmalarına yol olsun...

Anlamsızlıklar içinde bir anlam görsün bakanlar... Bal içinde petek görünsün , hem kendini, hem yaşamını çizmeyi unutma... Dalgalar vardır, karaya çarptıkça daha bir coşarlar, yükselirler, sen bu resmi çizince dalgaların içinde yükselen kendi resmini göreceksin... Yalan , riya, sevda, huzur, seneler ve günler, alın yazını çiz, şimdiye kadar yazılmamış olanı resmedelim birlikte... Resmettikçe anlamlansın yüzündeki ifadeler, geleceğe yön versin resmin, umuda yol açsın, gülümsetsin gülmekten nasibini almamış gözlere, yaşama aşkını, umudu çağrıştırsın...
Çünkü umutsuzluk yok senin literatüründe bundan sonra...

Bir bulut çiz karşılıklı bakışan, bu birbirine tezat yaşamış, yaşatılmış insanların üstünde gezinen, içinde bir çocuk gülümsesin... Sessiz, içine kapanık, gülümseyen bir çocuk, bir kız, saçları uzun,iki örgülü, kahkülsüz, çünkü kahkül sevmezdi annen, hani nasıl da kızmıştı sen bir gün kendine kahkül kesince saçının önünden bir tutam... Nasıl da azarlamıştı, nasıl da kızmıştı, büyük bir kabahat yapmışssın gibi... Onun dediği olsun, annenin bildiği gibi olsun doğruların, küçük kız aşağıya baksın, onlarda kendi görsün, gülümsesin, büyüsün...

Haydi, şimdi bir bak... Neler yaşamış ve yaşatılmışsan hepsi burada ayna gibi ortada... Hayatın bir resimden ibaret, gözünün önünden geçenler, silinenler ve renklerinin bütün canlılığıyla ebedi kalanlar... Hepsinin gözlerinde sen, bir tek sen, yanlışları ve doğrularıyla bu resim seni anlatıyor... Yaşadıkça ve yaşatıldıkça resim yapmaya devam edeceksin nasılsa...

Ver resmini bir beyaz güvercine, alsın götürsün...





ferkul


5eylül2008