Bu Blogda Ara

28 Ağustos 2008 Perşembe

resimli yalnızlık




Akşam oluyor, hava henüz aydınlıkken , grup vakti haberci gibi çöktü... Akşamın olmasından çok, gelişi hüzün kokusu yaydı ortalığa... Genç bir adamdı, gruba karşı akşamı seyreden... Yazdı, ve çok sıcaktı... Söylenecek ve konuşacak çok şeyi olup da susanlardan biriydi... Bazan susmak, çok şey söylemektir diye düşündü içinden, yanında oturan, akşamı ve biten günü umursamadan, hiçbir şey düşünmeden yaşayan arkadaşlarını izledi bir süre, yaşamın içindeyken dışında kalabilen bu insanları kıskandı... Çok fazla ayrıntılara takılmak yorar insanı, ayrıntılar ayrımları oluşturur ve çoğu zaman yalnız hissedersin kendini... Kalabalıkların tam ortasında yalnız olmak kadar zoru yoktur, ama bu elinde olan bir şey de olmaz çoğu zaman... Bunu biliyordu, halinden memnundu aslında...Yine de kıskandı işte, ‘düşünmeden ve ayrıştırmadan yaşayabilseydim daha mutlu olabilir miydim’, diye düşündü... Düşünmeyi, izlemeyi, yaşamı ayrıştırmayı seviyordu, içinde buluyordu kendini hiç zorlamadan ve aniden ...

Uzak günlerde ve gecelerde kalan bir gülümsemeyle hatırladı geçmişi... Sanki yaşanılan ve duyulan bir ses değildi, çok uzakta kalmıştı ve duyumsamak sadece bir film sahnesini izler gibi yer ediyordu zihninde... Kazanmak ve kaybetmek, ikisi de ne kadar bir birine yakın olgular... Otuzlu yaşları kazanmış, bu güne gelebilmişti ama, geçmişi kaybetmişti, geleceği ise hazırlamak için son şansını kullanmak gerek, diye düşündü... Gelecek de sadece mesleğini eline alıp, çoluk çocuğa karışarak olmuyordu... Kişiliğini bulmak, kaç yaşında olursa olsun, bu, önemli, diye düşündü...

Bu arada yanındaki arkadaşları veda edip gittiler, kısa bir selamla, ‘görüşmek üzere ‘ diye mırıldandı... Ancak kendisinin duyabildiği bir sesle... Görüşmek istediğinden de emin değildi aslında ... Hepsi ne oluyor buna, der gibi bakışarak ,ayrıldılar... Ne işe yarıyorlar, yaradılar ki şimdiye kadar diye düşündü yeniden genç adam, bana neyi kazandırdılar?.. Yalnızlık duygusundan başka ne verdiler, anladılar mı, anlattılar mı beni bana?... Gercek dostlar susarken de konuşurlar diye okumuştu bir kitapta... Gerçek dost değildiler ki, işte onu bu halde, sorgusuz sualsiz bırakıp gidebiliyorlarsa gerçek miydiler?... Var ile yok arası hiç bir şey gerçek olamaz , diye karar verdi birden... Ya varsındır, ya da yok... Bu arada eşi geldi gözünün önüne.... Sarı saçları, yeşil gözleriyle vardı, ama konuştuğu zaman yok oluyordu, sesi görüntüsünü siliyordu sanki, bir perde gibi kapatıyordu?... Sadece görüntüyle de nasıl yaşanır ki, diye hayıflandı kendi kendine....Yaşarsın, yaşarsın da, işte birkaç yıl sonra patlak verir bomba gibi duyguların, çözümlenemez bir gidişe dur, diyemezsin, boşlukta kalakalıverirsin aynen böyle... Düşünür, düşünür, çıkamazsın işin içinden... Bir şiirin mısralarını hatırladı daha gençken okuduğu;

sesler gelir
sarnıçların dibinden
çıkayım mı
çıkayım mı
çık da gör!...

Az önce tartışarak çıkmıştı evin içinden...Kapıyı çarpıp giderken o tok sesin en çok kendi beyninde aks edeceğini, yer alacağını bilseydi bu kadar, heralde sessizce çıkıp giderdi... Hatta hiçbir şey söylemeden, bağırıp çağırmadan, bir tek sitem etmeden....Çıkıp gitmişti de sarnıçtaki sesler gibi, çıkıp gitsen ne olur, çarp kapıyı, gör, diye düşündü, ‘çık da gör!.. ‘

Nerede yanlış yaptım, kim kimin kalbini kırıyor, bunlar mıydı önemli olan?.. Yoksa gerçekte çarpışan ruhların uyumsuzluğu muydu en ufak bir konuda çatışmayı yaratan?... Bunu düşünmeli, bir çözüm bulmalı, diye düşündü.... Farklı ruhların da buluşabildiği, çarpışmadan karşılaşabileceği bir ortam?... Var mıdır, yok mudur diye düşünmekle mi yapıyorum hatayı?... Belki bütün renkleri kendi sevdiğim renge boyamak istemekle, renk körlüğümü kendim oluşturuyorum, belki de hata bende, diye kendine itiraf etti gitgide kararan havaya bakarak içinden... Her şeyi ve herkesi olduğu gibi, görünen yüzüyle ve rengini değiştirmeden kabul etmek kolay mı?.. Kolay ya da zor, ayrıştırmadan olduğu gibi, olabileceğinden fazlasını istemeden de iki farklı ruhu anlaştırabilirim , belki hatta zamanla konuşturma imkanı da bulunabilir, sarnıç dibinden kapı çarpıp çıkmaktansa önce başımı kaldırıp bir ortalığı incelemeli, uygun ortamda çıkmalı, diye düşündü genç adam... Umutsuzluğu kendisine yakıştıramayarak, düşüncelerini susturmak istedi sanki...

Gri bir gece çökmeye başlamıştı akşamın üstüne... Bir sıcak demli çay dedi, ne zaman gidecek bu adam, der gibi bakan garsona... Ne düşündüğü umurumda değil, diye düşündü genç adam.. . Kimbilir o hangi renk ruhla çarpışıyor, kaç kere benim gibi sarnıçtan çıktı da, gördü mü acaba benim görebildiklerimi? .. İnsan önce kendinden başlamalı, kendisi olabilmeli ki, başkalarını da var edebilsin etrafında...

Yirmili yaşlarda, henüz çalışmaya yeni başlamış olduğu her halinden belliydi, utana sıkıla’çay, kalmamış abi,’ dedi... ‘Bitti’... Umursamazlığa devam etti adam, sarnıçtan çıkmadan önce sarnıcı çözmeliyim... Bir sarı saç, bir mavi göz perdeledi hala başında bir şeyler söyleyecekmiş gibi gözünün içine bakan garsonun yüzünü... Ne olmuştu da , o sarı lepiska saçların, gözlerindeki mavi mananın izi silinmişti?... ‘Görmek için bakmasını bilmek gerek’, sahi, ben bunu nasıl unuttum, ‘nasıl bakarsan öyle görürsün’, diyor ya o meşhur söz sahibi her kimse... Nasıl bakarsan öyle, görürsün... Bir zamanlar manayı mavisinde bulduğum gözün ruhunu kendi gözlerimle çözemiyorsam, yeniden bakmalıyım, mavisine, derinden... Eminim bu kez, baktığımda, içinden biraz kendi kahverengi ruhumu ayrıştırabilirim, henüz vakit varken, biraz da olsa kendi rengim mavinin içinde kaldıysa, bunu başarabilirim, diye düşündü... En güzel şey, zor olandır, kolayı kaçıp gitmek olmamalı,diye düşündü... Görmek için, bakmasını bilmek gerek... Gerçi mavinin içinde kahverengi, ne uyumsuz renk oluşturur gerçekte, diye gülümsedi.... Herhalde hoş bir renk olmazdı... Yorulduğunu hissetti, ayrıştırma ve ayrıntılardan, tezatlardan ve incelemelerden yorulmuştu... Bir yandan parmaklarında oynadığı yüzüğü farkedenin sadece kendisinin olmadığını da ... Küçük garson, git der gibi bakarken yüzüğü oynayışına dalmıştı...’Yenge sizi merak etmiştir, beklemez mi?’...Dedi...

Birden ayağa kalktı genç adam... Otuzlu yaşların geleceğine doğru kalkar gibi, gelecek bir gülümseme olarak yayıldı önüne, tatlı, hoş, mavi bir gülümseme.... Birden silkindi düşüncelerden... Başını kaldırdı, gülümsedi garsona...

Akşam çoktan olmuştu, hüzün, bitmişti, yerini çok şeyi olup susan bir insanın karanlıktan aydınlığa geçişi gibi düşünceleri almıştı.... Düşünceler de bitmişti aslında, sarnıç dibinden çıkıp gitmişti.... Başını okşadı küçük garsonun, eline bir de küçük bahşiş, sevindi garson, gülümsedi şaşkın şakın....

Adam yürüdü, gittti....


ferkul

28 ağustos 2008

Hiç yorum yok: