Bu Blogda Ara

18 Ocak 2012 Çarşamba

KADIN OLMAK

         (Ev ziyareti ; biraz resmi, biraz gayriihtiyari, biraz mecburiyet… Öğretmenliğin zaruretlerinden biri, tanıma, tanıtma, kaynaşma da denilebilir…)


Bodrum katı; yılların eskittiği bir ev… Merdivenlerden inerken geldi yoksulluğun, yoksunluğun kokusu… Küçük kız açtı kapıyı, boynuna sarıldı, atladı; öğretmenim gelmiş diye, sarıldılar sevinçle, sanki yıllardır görüşmemiş eski bir akraba gibi, teyze gibi, hala gibi, hatta anne gibi… Dün okuldaydılar aslında, bugün kar tatili fırsat çıkarmasaydı ziyarete, biraz zor gelirdi misafirlik… Candan, samimi, böylesine gülümsetebilmek için bir çocuğu, bu kadarlık fedakarlık, değer diye düşündü tatilde televizyon karşısında pineklemek yerine… Halbuki sınıfta bu kadar candan değildi küçük, çekingendi, tutuktu…  Şaşırdı, sevindi …

Kapıda ayakkabıları çıkartırken daha, kim bilir kaç yılın eskittiği kilim desenli halı ve boş duvarlarla birlikte soğuk çarptı yüzüne… Dışarının soğuğu kesemedi içerinin serin kışının bütün azametini… Evin içinde almış baş köşe yerini kara kış, acımasız kış... Zalim kış… Hemen içeriye odaya girdiler, kaçar gibi… Bir kuzine soba, üstünde güğüm, belli ki misafirin hatırına ısınılacak bu gece… Kömür yanacak, soba gümbür gümbür… Yeni yakılmış belli öğretmen gelecek diye… Isıtmış bütün gücüyle odayı… Kimbilir odunsuz kaç kağıt parçası, kaç dakika harcanmış da tutuşturabilmişler sobayı… Annesi bakkala gitmiş, kaçıncı kez ekmek parasını , ikram edeceği birkaç bardak çayı, veresiye yazdırmak için belki… Yoksulluğun yüzü dışardaki soğuktan daha kötü çarptı birden bire yüzüne;  tokat gibi… İnsan varlık içinde yaşarken gerçekten bu kadar yokluk olabileceğine inanamıyor, bilmiyor, unutuyor, diye farkına vardı birden…

Ev arkadaşı vardı, karşıladı sevinçle… Belki lüks bir villada, bir köşkte misafirliğe gidilse bu kadar ilgiyle, hevesle karşılanmaz misafir, diye düşündü öğretmen…

Başarılı bir öğrenci değildi öğrencisi, hatta okumayı bile daha geçen yıl bin bir zorlukla öğrenmişti… Ama çok güzel resimler yapıyordu, gülen çocuklar, mutlu çocuklar, sıcak yüzlü samimi çocuklar… Ders esnasında bile derse değil, önünde hemen iki dakikada karaladığı resme odaklandığı için çok uyarılmıştı ama, seviyordu resim yapmayı ... Gelir gelmez daha oturmadan öğretmeni, hemen çıkardı resimlerini, yetenekse bu, gerçek bir yetenek diye düşündü öğretmen… Hem de bu şartlarda mutlu çocuk resimlerini yapabilmek, kimsenin harcı değil… Gülümseyerek, gururlanarak övdü resimleri, daha güzellerini yapabilsin diye, daha mutlu resimleri yaşatsın diye çocuk… Gülsün diye, umutsuzluğun içinde umut etmeyi öğrensin, coşkuyla sarılsın, daha bir sıkıca tutunsun diye yaşama, o beyaz resim kağıtlarında bulsun diye kendini…

İki yabancı, iki kader arkadaşı bir yufkacıda çalışırken kesiştirmişler yolları. Benzer çıkmazlarından yola çıkarak, birlikte yürümeyi seçmişler aynı yolda, aynı evi, yemeği, aşı, aşsızlığı, aşksızlığı, belki yokluğu da paylaşmak için, omuz vermek için birbirlerine, sırt sırta vurarak destek olmak için, düşmemek için, tökezlerse birimiz, diğeri tutsun, kaldırsın diye… Yol seçmişler yolsuzluğu, yoksunluğu, sevgisizliği…

Yanlış zamanlar, yanlış insanlar seçtiklerini bilmeden mutlu olmak adına ayrı evlilikler, ayrı ayrı hüsran ve hayal kırıklığı, ayrı terörlerde , ayrı ayrı şiddetler içinde yetişmiş iki çocuk… Büyümeden çocuklar, en azından kendimize saygımızı kaybetmeden ayrılalım demişler eşlerinden. Ayrılmışlar…  Birlikteyken kadrini kıymetini bilmeyen ayrılınca senden doğanı sahiplenir mi?.. İlle de bir ceza çekmeli kadın dediğin, ayrılmasını bildiyse, ben de varım, değerliyim, kendimi seviyorum dediyse, çekmeli sonuna kadar… Çünkü hakkı yok kadının sevgisiz, saygısız yaşama isyan edip başkaldırmaya…

 Ayrılıkla zulüm bitmemiş, daha çok artmış, yokluk ve yoksunluğun suçu ve günahı iki küçük masum çocuğa ödetilirse daha çok acıtır, acıtsın, hatta kanasın dermişçesine daha fazla üstüne üstüne yürütmüşler eşleri zulümü…  Zalimliğin adresi belli mi?.. Vefanın ve kadirşinaslığın adı var mı? … Demeden…

12 yıldır görmemişti babası, şimdi istiyor çocuğunu, elimden alacak, dedi bir tanesi boynu bükük, çaresiz… Bir  diğerinin hiç görmediği gibi ne aramış ne sormuş yıllarca ve hala habersiz, nerede nasıl yaşıyor, umursamazmış babası… Ne demeli şimdi?...  Sahiden bazen kelimeler yetmez bir çok şeyi anlatmaya, dinledi… Dinledikçe bin bir parçaya bölündü yüreği öğretmenin… Tuttu gözbebeklerine biriken yaşları, içine aktı…

Asgari ücretle iki kadın üç çocuk, çalışarak bir yere varmaya uğraşırken, işten çıkmış birisi… İş arıyormuş, nerede, nasıl olursa… Kira, kapıya dayanan kış, odun da bitmiş en sonunda… Allahtan bakkal yazıyor veresiye, köyden de geliyor birkaç kuru, dese de bir tarafı kırık yalan belli… Yalan da kurtaramaz bazen seni, yoksunluğunu… Belediyenin verdiği bir ton kömür nereye kadar yetecek, kömürü tutuşturmaya odun gerek, yürekleri ısıtmaya sevgi…

Aklına iki gün önce neden banyo yapmadın diye hem de iki kez sitem ettiği geldi çocuğa… Utandı kendinden… Bilseydim dedi içinden, bilseydim… Sordu çekinerek;’’ Banyo yapma şansınız?’’  … ’’Bir aydır, yıkanamadık’’, dedi kadın, odun yoktu, kömür yeni geldi belediyeden, ısınamıyoruz ki yıkanalım… ’’Allah kerim, bu günlerimizi aratmasın…’’

Sustular , bazen susmak çok şey söylemektir, der gibi….

Kendi evinde her gün işten gelir gelmez girdiği duştan utandı kadın… Kendi memur maaşının yoksulluğundan ettiği şikayetten, maaşın yetmediğinden, evin eksiklerini alamadığından ettiği serzenişlere kızdı, içinden kendine kızdı, hayıflandı… Bazen ne çok şeyimiz var, göremeyiz, hiçbir şeysiz kalmayınca… Ne gereksiz şeylerden mutsuzluk yaratırız kendimize?... Neden şükretmeyi bilmeyiz?... Neden bu kadar acımasısız kendimize, neden mutlu olmasını bilmeyiz, elimizdekilerle yetinemeyiz?...

Niçin babalarından istemiyorsunuz, onların da çocuğu, vermiyorsa dava açın, nafaka v.s haklarınız var diye sorunca asıl, o zaman ürperdi verilen cevapla gelen; kadın denilip geçilen, çoğu zaman aşağılanan, küçümsenen kadının gücünden, azametinden, yüreğinden… Hiçbir şeyimiz yok ama, onurumuz var; dedi iki kader arkadaşı, ikisi birden, bilmiyorlar mı, düşünemiyorlarsa, söylemeyiz. Kuru ekmek yeriz, battaniye altında veririz kışa karşı savaşımızı, onurumuzu kaybetmeyiz…

İki asil yürek, işte iki büyük kadın!...

Kimbilir  her gece karanlığında evlerin yanan ışıklarında saklı kaç kadın var böyle yürekli, böyle büyük…

Başını eğdi öğretmen… Ellerinden öpmek istedi bu iki büyük kadını… Birkaç kuruş bıraktı çaktırmadan ikisine de oturduğu koltuğa, onun da son kuruşuydu halbuki cüzdanındaki… Kendine kızdı biraz da, benzer bir yaşamda onlar kadar onurlu, olamadığı için belki de… Dualarla kalktı belki az önce veresiye bakkaldan alınan birkaç bardak çay ikramının arkasından …

Kadın olmak böyle bir şey galiba. Sevgisiz ve saygısız, hatta onursuz yaşamaktansa, yoksunluğun içinde zengin bir kalp taşıyabilmek…

Kadın olmak böyle bir şey!

Kaçımız bu kadar kadınız ?...



ferkul
12 ocak2012
01:14
           

5 yorum:

sevda dedi ki...

güzeldi çok güzel!!!
ben böyle bir kadın olduğum için daha da bir güzeldi......

İlknurundünyası dedi ki...

Alınacak ne çok ders var....
Çok ama çoookk teşekkür ederim bu yazı için...Sevgiler....

Yaşamın kıyısında dedi ki...

Çok güzel!!!
Yaşamlarını, yaşamı içine hapseden kadınlar ne kadar çoklar.

Adsız dedi ki...

Kardeşim bu gercekmi yoksa ne?eğer gercekse lütven adresini yazarmısın.Yazınız aklımı başımdan aldı burayı nasıl yazdım bilemezsiniz,sizden cevap bekliyorum.umarım gerçek değildir.hayırlı akşamlar

siirimsi dedi ki...

adsız, yorum bırakmşssınız..Elbette gerçek.Mail adresinizi bırakırsanız bilgi verebilirim.Duyarlı olmanız ne güzel!