Bu Blogda Ara

17 Kasım 2019 Pazar

ANA BANA HOCAYI ALSANA…




ANA BANA HOCAYI ALSANA… 


"Ana bana Hocayı alsana" dedi mahcup. Gözleri yerde, saf ve temiz bir yürekle, candan. Annesi baktı, "A, benim akılsız oğlum, o Hoca sana varır mı," dedi biraz sitemli, biraz şaşkın. Bir yandan hızlı hızlı topaca sarılı yününü çevirerek, söylendi kendi kendine.
Yunus kalktı oturduğu sedirden. Uzakta görünen okulun lojmanına baktı uzun uzun. Sanki lojmandan içeride elinde kalem, bir deftere sürekli yazılar yazan veya kitaba dalmış gitmiş Ayşe Hoca’yı görür gibiydi. İlk geldiği günü hatırladı. Ürkek bir ceylan gibi, yanında annesiyle köyün otobüsünden inişini… Hemen toplanmıştı başına köy ahalisi. Hep birlikte lojmanı temizlemişler, demirden katlanır yatağını serip, bir de döşek kondurmuşlardı lojmanın bir odasına. Olup olacağı iki odaydı zaten. Nasıl da korkmuştu öteki odanın kapısını açınca, ışıktan ürken çığlık çığlığa yarasaları hayatında ilk defa görünce, panik içinde bağırarak kapıyı çarpışını hatırladı, gülümsedi.

“Şu kızlar korkunca ne komik oluyorlar be”, dedi içinden… Ama nasıl güzeldi, kocaman gözleriyle ona baktığında içi titriyordu. Hele gülümsemesi yok mu, insanı alıp götürüyor, neredeyse İstanbul’a varıp geliyordu, Diyarbakır nere, İstanbul nere?

Henüz yirmi üçünde genç bir kızdı Ayşe. Yaşına göre her zaman olgun, fazla düşünüp içinde sorgulayan, az konuşup, çok dinleyen, gözlemci denilen insanlardandı. Diyarbakır’a ilk tayinle atanan öğretmenlerden biriydi. Babasıyla göreve başlamaya geldiğinde, babası köyü görünce, hele de köyden epeyce bir mesafede yapayalnız bir ağaç gibi, ovanın ortasında taştan yapılmış lojmanı görünce, korkmuş:

“Kızım, ben bu yaşta, bu erkek halimle kalmam burada, sen nasıl kalacaksın”, demişti. “Haydi dönelim”. “Olmaz” demişti. Üniversite yıllarının ağırlığını ve yeterlilik sınavını kazanamadığı, evde boşa geçen o donuk ve işe yaramazlık hissi veren bir yılı düşününce: “Ben görev yapacağım, nasıl ve ne şekilde olursa olsun, buradaki çocukların da bana ihtiyacı var. Batıda herkes yapabilir, önemli olan burada, bu ıssız ve ücra köyde çalışabilmek, zor olanı başarmak”, demişti inatla babasına bakarak. Çok kızmıştı babası: “Nerden okuttum sizi, kız kısmı okur muydu, ne diye okuttum bunu “, diye hayıflandığını gözlerinden okumak o kadar da zor değildi.


Daha sonra, bin bir kavga kıyamet sonunda göreve başlamaya geldiğinde dayanamamış, annesini de yanında göndermişti. Birlikte lojmanı oturulur bir hale koyup, okulun düzenini sağlamaya çalışmışlardı. İlk günlerde biraz zorluk çekseler de, alışmışlardı köyün rutin yaşantısına. Gündüzleri iyi hoş da, geceleri ıssız bir çöle dönüşen lojman biraz ürkütüyordu onları.

Köyün ağası Şeyhmus Ağa gerçek bir ağa edasıyla, geldiği günün ertesi günü yemek davetinde bir kutudan çıkardığı tabancayı, önüne koymuştu: “Kendini koruman için, Hoca”, demişti. Gülmüştü Ayşe, eline hayatında ilk kez aldığı ve hiç görmediği tabancayı alırken, ağırlığı bile yük, ben bunun varlığından korkarım asıl, insanlarınızdan değil, demiş ve kabul etmemişti.

Kısa sürede köydeki herkesle kaynaşmış, bir kaç cümle bile öğrenmişti Kürtçe. İlk günlerde okulun tek öğrencisi olan on iki yaşındaki Abdullah ile tek tek, bütün evleri dolaşmış, okula öğrenci davet etmiş, “Çıma tunay mektebi? (okula neden gelmiyorsun) diye diye sınıfına 18 öğrenci toplamayı başarmıştı. Uzun zamandır öğretmensiz olan okul, temizlik ve badanayla düzenlenmiş, sıralar ve gerekli her şey Şeyhmus ağanın da desteğiyle, temin edilerek, okulun eğitim ve öğretime hazırlanmasından sonra, bin rica ile razı edilen çocuklar, artık her gün kendi istekleriyle ve sevinçle, okul saati gelmeden toplanmaya başlamışlardı okulun duvarsız ve çerçevesiz, ama böyle haliyle açık olan ana kucağı gibi bahçesine. Hiç söylemediği halde suyu olmayan lojmana ve okula, sıra ile görev belirlemişler, bidonlarla su taşıyorlardı her gün, bıkmadan, usanmadan…


Kız öğrencilerin nereden öğrendilerse en sevdiği ve Türkçe olarak söyleyebildikleri belki anlamını bile bilmedikleri şarkıyı çok sevmişti: “Sevmişem men sevmişem, men seni çok sevmişem, seninle evlenmişem…” söyletip söyletip gülüyordu Ayşe. Bazen birlikte bahçede yapıyorlardı müzik dersini, şarkı söylerken başkalaşan çocuklarla mutluydu.
Uzaktan gökkuşağı renginde görünen Diyarbakır ovasıyla, ağaçtan yoksun gölbaşına diktiği fidanlarla, mutluydu. Vermeyi, almaktan daha çok seven bu insanlarla gururluydu.
Diyarbakır karpuzunu ilk gördüğünde nasıl şaşırmıştı, ne kadar büyük, demişti, ne kadar kırmızı rengi.



Tandır ekmeğini hiç sevmemişlerdi ilk başta, yoksul ama kalbi cömert, gönlü gani köylülerin her birinin tandır ekmeğinden düşen payını getirdiklerinde, sevemedik biz bu ekmeği dememiş, köyün halkının kendilerine bulamadığı yiyecekleri hiç bulamayan, lojman etrafında dolaşan cılız köpeklere veriyordu hava kararmaya başlayınca ayıp olmasın, gücenmesinler diye. Onlar da onu benimsemiş, sanki sahiplenmiş gibi, gece gündüz merdivenlerde, okulun ve lojmanın basamaklarında sıralanıyor: “Biz buradayız, senin yanındayız Hoca” der gibi, bekliyorlardı her gün. Birinin adı Bush, birininki Karam, diğerininkini Kurt koymuşlardı çocuklar. Geceleri lojmanın etrafından kedi bile geçmesine izin vermiyor. “Sen korkma Ayşe Hoca, biz uyumuyoruz” diye havlayarak sanki birlikte çoğaldıklarını ilan ediyorlardı sessizliğe.


Abdullah ona can yoldaşı olmuştu, neredeyse her an birlikte zaman geçiriyorlar, geceleri ıssız lojmanda korkmamak için ona da bir yatak seriyorlardı yere. Bunaldığı zamanlarda akşamüzerleri okul çıkışı öğrencileri gönderdikten sonra köyü keşfe çıkıyor, uçsuz bucaksız görünen ovayı seyrediyor, zaman zaman neredeyse her gün birlikte köyün dışındaki çamurlu gölete sessiz ama uzun bakışlarla seyretmeye gidiyorlardı. Abdullah sadık ve candan bir arkadaşı, Türkçe bilen tek çocuk olduğu için okulda da en büyük yardımcısı olmuştu. Neredeyse ikinci bir öğretmen edasıyla öğrencileri sıraya koyuyor, zaman zaman Türkçe öğrenmelerine, Ayşe”nin de Kürtçesine destek oluyordu.


Ağanın oğlu Yunus zararsız bir âşıktı. Günün belli saatlerinde lojmana veya bahçede annesiyle oturan Ayşe’ye: “Hoca, bana bir çay koy, deyince gülümserdi Ayşe. Birazcık saf bir delikanlıydı Yunus. Bazen sık gelişlerinden rahatsız olsalar da, belli etmez, çayını içip gitmesini beklerlerdi annesiyle. Köyde erkek arkadaşları arasında: 

-“Hocayı ben alacağım, bak işte çayını içip geldim, var mı benim gibi cesaretlisi?” dediğini de duymuştu ama yapacak bir şey yoktu zararsız olmaya devam ettiği sürece. Çünkü Ağa babası gerçekten baba gibi Ayşe'nin yanında olduğunu halka gösteriyor, kimsenin öğretmene saygısızlık yapmaması için tavrını koyuyordu her zaman.

Bir gün bir müfettiş geldi okula ve o uzak kuş uçmaz kervan göçmez dağ köyüne, kimsenin gelmez dediği Karacadağ'ın tepesinde kurulu saklı cennete... Beyaz, eski bir arabası vardı, kirli bir gömleği... Issız bir çölde su bulmuş gibi sevinmişti en başta genç kız. Hâlbuki gömleği kadar kendisi de kirliydi adamın. Gelir gelmez; “Karnım aç, Hoca Hanım, bana bir şeyler hazırla,’ demez mi?.. 

Bir bulgur pilavı, Diyarbakır karpuzu ve ayran ikram ettiler annesiyle... Gayet efendi, kibar ve konumuna yakışır bir şekilde konuştu; “Okula geçelim’ dedi... Genç kız, olanca saflığı ve tecrübesizliğiyle sanmıştı ki, mevzuattan, öğretmenlikten tavsiyeleri olacak, belki yardım teklif edecek, birlikte başarmanın bir yolunu sunacak... Sınıfta biraz uzağına oturdu adamın, o da tam aksine yanı başına doğru yaklaşmaya çalışır gibi bir hali vardı.
-İç çamaşırlarını banyoya as, Hoca Hanım, banyo yaparken de lojmanın etrafını iyice gözetle, önlemini al da, öyle yap, demez mi?.. 

Şaşırdı, utancından kıpkırmızı oldu genç kız, el uzanıp yardım edecek sandığı müfettişe baktı, sessizce bir şey demeden, suskun... Sonra önüne kitaplar sıraladı, bunları almalısın, öğretmenliği öğrenebilmen için bunlar gerekli... Zorlar gibi, aldı genç kız parayı uzattı şaşkınca, ama kızmıştı, kısa kesti konuşmayı ve gönderdi köye gelen ilk resmi misafirini, teftişten ve rehberlikten çok ticaret, alışveriş ve başka niyetler taşıyan, resmiyetten uzak ve kirli ruhu;

“Bir daha böyle geleceksen hiç gelme” der gibi...


Günler geçip gidiyordu. Yalnız ve ıssız yaşamlarının arasında bir de köylü kızı arkadaşı olmuştu. Aliye... İki örgülü, tülbendinin arasından görünen siyah kahkulleriyle hemen hemen köyün en güzel kızlarından biriydi. Beyaz tenli, uzun boylu ve henüz on üç yaşında bir küçük köylü kızı... Sıcak, candan ve içten, bütün saf kalbiyle verici, samimi. Okuldan arta kalan zamanlarda sık sık birlikte vakit geçiriyorlar, esprili sözleri, şakacı yapısıyla lojman hayatına renk katıyordu.


Bir gün, soluk soluğa, koşarak geldi Aliye. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. 

-Beni evlendiriyorlar öğretmenim, altmış yaşındaki bir ağanın üçüncü karısı olacakmışım..


Şaşırdı genç kız... 

-Böyle şey olduğu görülmüş mü? Olur mu? Sen daha çok küçüksün, hem de yaşlı adamla? dedi kendine ve Ayşe’ye... 

Bilmiyordu ki burada kurallar, töre ne derse boyun kıldan ince. Karşı çıkmak imkânsızdı ve küçük Ayşe’nin kafasına bir isyan tohumu ekmişti farkında olmadan. Birlikte sarılarak ağladılar çaresizce.


O günün akşamı başladı kötü günler. Gece yarısından sonra birçok atlı, lojmanın etrafında sabaha kadar dolap beygiri döndürür gibi hiç usanmadan at koşturdular. Zaman zaman lojmanın üç basamaktan ibaret olan merdivenlerinden de çıkıp demir kapısına vuran at nalları titretiyordu duvarları. Atlıların seslerine köpeklerin havlamaları karıştıkça, içeride ana, kız korkarak sarılıyorlardı birbirlerine.. Annesinin Ayetel Kürsi mırıltısı bile yetmiyordu teskin olmalarına. Ana, kız ne yapacaklarını bilmez halde, korkuyla sabahladılar. Abdullah da gelmez olmuştu. Artık her gece korkuyla, at sesleri, Kürtçe küfürler eşliğinde bitmez tükenmez korkuların eşiğinde sabahlıyorlardı. Milli Eğitime gitse de, tayin için bir çözüm bulamamışlardı. Olayı açıklamak bile, yeterli olmamıştı. Ağa da konuyu bilmesine rağmen, görmezden geliyordu. Belli ki onun da gücü yetmeyecek bir noktadaydı her şey. Yine de her hafta gidiyordu Ayşe, pes etmeden, usanmadan ısrarla tayinin başka okula verilmesi için uğraşıyordu. Bir yandan atlılar, her gece işkence gibi dönüp durmalarını hiç bırakmadan, hatta artık demir kapıyı kıracak gibi vurarak iyice korkmalarını başarmışlardı.
Uykusuz ve korkulu bir gecenin sabahında bir gün artık isyan etti Ayşe, Milli Eğitime giderek, tayin çıkmaması durumda istifa dilekçesini vereceğini haykırarak söyleyince, hemen o gün tayin işlemleriyle yine merkeze yakın başka bir köye başlama emri verildi.

Karlı bir kasım akşamında, Diyarbakır’dan tuttukları taksiyle apar topar kaçar gibi, yarım saatte eşyalarını toplayıp giderken, uzun uzun arabanın camından bakmaya bile vakit bulamadı. Halbuki ne çok isterdi, Abdullah’a, Aliye’ye, ağanın o saf ve temiz gülüşü güzel karısına, hatta Yunus’a bir hoş çakal diyerek gitmeyi. Kızlara “sevmişem” şarkısını son bir kez daha söyleterek vedalaşmayı. Ayrılık da kaderden, diye mırıldandı, kim bilir, belki bir gün yeniden görüşmek nasip olur, o günü bekleyeceğim, dedi kendi kendine. Bir gün muhakkak yeniden geleceğim…



Meğer ilçede ve Milli Eğitimdeki herkes biliyormuş Aliye’yi isteyen Ağanın intikam amaçlı atlılarla korkutma çabasını. Baskılar nedeniyle çıkarmamışlar tayini. “Yarım saatte kimseyle vedalaşmadan çıkın köyden.” demişti, Milli Eğitim Müdürü. “Artık iş çok ciddi.”
Daha sonra gittikleri köyde, bu kez yalnız göğüs gerecekti genç kız, yanında annesi olmadan, dayanaksız... Bu köy başkaydı, maddi durumları öncekine göre daha iyi olmasına rağmen, bambaşka bir kin tohumu ekilmişti yüreklerine, kim ve nasıl olursa olsun, öğretmene düşman bir fidan büyütüyorlardı içlerinde, çoluk çocuk demeden hepsinin bakışına yer etmişti sanki. Ne yapsa, ne etse çözemedi o bakışlardaki kilidi. Öğrencilerim, dediği çocuklarım dediği, yürekten bağlandığı çocukların gözlerindeki kini, anne ve babalarından kalma düşmanca bakışı silmek için, bir kaç tane olsun sevgi tohumu ekebilmek için beyhude bir çaba harcadı günlerce yüreklere... Tam da başardım sandığı günlerde en çok sevdiği öğrencisi; sarışın, mavi gözlü Servet'inin bakışında yakaladığı değişmez ve ölçüsüz, sebepsiz düşmanlık çok sarsacaktı onu... Diyarbakır kışında karların içinden yara yara otobüsle oradan ayrıldığı zaman da, son hızla yokuş aşağı giderken de ansızın göz göze gelecek, o bir bakışa yıkılacaktı, umutsuzca, yine sevgiyle gözü gözüne değsin, dost bakışım yüzüne yansısın, diye çabalarken, kaçıracaktı Servet gözlerini... İstemiyordu, ne varlığını, ne dostluğunu, kendi ülküleri, amaçları dediği düşünceleri dost bakışa perde olmuştu...



“Burası bizim, der gibi, sen bizim adamlarımızdan korkuyorsun.” der gibi bir başkaldırışa yenilecekti, indirecekti gözlerini... Bir kere bile kucaklaşamamışlığın ağırlığı, sevginin verdiğini alamayan o boş hüznü kaplayacaktı göğsünü. Keşke kardeşlik ve barış galip gelse, keşke sevgi kazansaydı, diye diye susturacaktı içindeki hüznü…


Yine bir kaçış, yine bir yenilgiyle, o köyden de daha umutsuz bir ufka dikilmiş gözlerle uzaklaşacaktı... Ama unutmayacaktı ilk çalıştığı köyün katışıksız, önyargısız, sevgi dolu kucaklayışlarını...


Bir yerde ümitler biterken, bir başka yerde bir ışık daima vardır... Servet’te kaybettiği ışığın Abdullah’ta, Aliye’de var olduğunu bilmek yine de, her şeye rağmen gülümsetebilen bir düşünceydi... Abdullahlar, Aliyeler de çoğalmak için bir adımdı.
Bir başka ufuk, bir başka köy, bir başka öğrenciler derken yıllar boyu çok bakış biriktirdi içinde... Keşke hepsi dost, kardeş gözleri olsaydı... Keşke ufuklarda gördüğü deniz mavisi bulutlar barışa kucak açsaydı... Yollar uzun, ufuk uzakta...

Kim bilir, belki bir gün kazanır sevgiler?

Kim bilir tutar iki el bir diğerini, sonuçta ikisi de bizden , değil mi?..

………..
( Bir başka öyküde, belki bir başka anıda buluşabilmek dileğiyle...

Belki de Ayşe’nin Diyarbakır’dan ayrılırken üzüntü ve stres nedeniyle kaybettiği bebeğinden de bahsederiz o zaman. “Toprağına bir bebek bıraktım Diyarbakır, ona iyi bak. diyerek gözyaşı döke döke ayrılışı bir başka öyküye kalsın, kim bilir, o öykünün de bir gün yeri ve zamanı gelir.)

.
ferkul (fatma erkul)

Hiç yorum yok: